2015 yılının ilk çeyreğinden itibaren hissetmeye başladığımız ve son dönemde etkilerini yoğunlaştıran turizm krizi, gerek kamu gerekse özel sektörümüzü şapkasını önüne koyup düşünmek zorunda bıraktı. Sektörün durumu tıpkı insan sağlığı gibi “sahip olduğumuzda kıymetini yeterince bilemediğimiz ancak olumsuz etkilerini hissetmeye başladığımızda ne kadar kıymetli olduğunun farkına varmamıza benziyor”. Bunun arkasında yatan neden ise kültürel özelliklerimizde saklı. Atalarımız bile “Göç yolda dizilir” dememişler mi? Toplum olarak bir defa bu atasözünü lügatımızdan çıkarmalıyız. Göçü yolda dizmemeliyiz; işleri çok önceden stratejik bir anlayışla planlamalı, başarıyla uygulamalı ve etkin bir biçimde denetlemeliyiz.
Türkiye, 1982 yılında Turizm Teşvik Kanununun yürürlüğe konmasıyla birlikte turizmde başlama vuruşunu yapmış oldu. Öncesinde ülkemizde turistik faaliyetler yok denecek kadar azdı. Teşvik Kanunu çok isabetli bir kanundu, çünkü Türkiye doğal güzellikleri, kültürel değerleri ve tarihi zenginlikleri ile turizmde oldukça rekabetçi avantajlara sahipti. Teşviklerin büyük etkisiyle birbiri ardına açılan tesislerle, turizmde deniz-kum-güneş odaklı ve belirli pazarlara bağımlı bir büyüme gerçekleştirildi. Bugüne gelene kadar kamu ve özel kesimde bu durumun gelecekte sorunlara yol açabileceği dile getirildi ancak tam anlamıyla eyleme dönüştürülemedi. Aslında şu an içinde bulunduğumuz dönemin sorunlarının birçoğunun çözümleri 2007 yılında geniş bir katılımla hazırlanan ve Yüksek Planlama Kurulu tarafından onaylanarak resmi gazetede yayımlanan 2023 Stratejisinde yer alıyordu. Ancak başta ifade ettiğim gibi stratejik kültüre sahip bir toplum olmadığımız için 2023 Stratejisi maalesef tozlu raflara mahkûm bırakıldı.
2015 yılına gelene kadar ilgili kesimlerin önemli bir kısmı turizmde her şeyin ilelebet güllük gülistanlık bir biçimde devam edeceğini düşünüyordu. Ancak gözden kaçırılan önemli bir nokta vardı: Ülkemizin konumu. Türkiye her ne kadar siyaseten Avrupalı bir ülke olarak kabul edilse de topraklarının sadece %3’lük kısmı Avrupa kıtasında yer alıyor. Geri kalan %97’lik kısmı olan Anadolu yarımadası ise Asya kıtasında bulunuyor ve coğrafi olarak Anadolu, Orta Doğu’nun bir parçası olarak kabul ediliyor. Bunları yazmamın nedeni, insanlığının varoluşundan bu yana bölgenin savaş, şiddet ve kanla anılıyor olmasıdır. Türkiye olarak her ne kadar belirli düzeyde istikrara sahip olduysak da biz hep kendimizi bu coğrafyanın dışında tuttuk ya da tutmaya çalıştık ancak coğrafyanın söyledikleri çok netti: Ortadoğu. Orta Doğu bölgesindeki savaşlar ve terörün yol açtığı kanın bize er ya da geç sıçramayacağını düşünmek de elbette saflıktan başka bir şey olmayacaktı. Kanın sıçradığı bölgelerde turizmin sürdürülebilmesi ise oldukça zordu. Örneğin Mısır bu durumdan en kötü etkilenen ülkelerin başında geliyordu.
Bugüne gelindiğinde gerek coğrafi konumumuz, gerek bu coğrafya için özel olarak üretilen terör örgütleri, gerekse ülkenin uluslararası ilişkilerdeki politikaları; turizmde son iki yılda %30’luk bir gerileme yaşamamıza yol açtı. Soru şu: Bundan sonra ne olacak? Bugüne kadar kimilerine göre 85 milyar dolar, bana göre ise en az bunun 2 ya da 3 katı alt ve üst yapı yatırımı yaptığımız, istihdamımızın yaklaşık yüzde onunu, cari açığımızın ise yarısından fazlasını karşıladığımız, yüksek katma değer üreten turizmimiz eski haline dönecek mi? Daha iyi noktalara gelebilecek mi? Bu sorulara ilişkin değerlendirmelerim aşağıdaki sıralanmaktadır.
Son birkaç aylık dönemde güvenlik ve terör konularında mesafe almış gibi görünüyoruz. İlk iş olarak bu durumu sürdürmemiz ve son dönemde yaşadığımız istenmeyen olayların etkisini silmemiz gerekiyor. Alman Seyahat Acentaları Birliği olan DRV’nin Başkanı Norbert Fiebig’in de söylediği gibi güvenlik ve demokrasiye ilişkin algımıza yönelik yoğun çalışmalar yapmamız gerekiyor. Çünkü turistik seyahatlerin en önemli önşartı, turistlerin gittikleri ülkelerde ne kadar güvenli ve rahat olacaklarına dair algılarıdır. Uluslararası medyada aleyhte yapılan yayınlar, bu algının menfi yönde gelişmesine yol açtı ve üzerinde çok kafa yormamızı ve çalışmamızı gerektiren bir konu haline geldi.
Bu dönemde turizm sektöründe Avrupa’yı göz ardı ederek turizm stratejisi kurgulamanın, hayallerin ötesine geçemeyeceğini vurgulamak gerekir. Zamana yayarak Avrupa ülkelerini yeniden kazanma gayreti önceliğimiz olmalı ancak kesinlikle bundan sonra sadece bir ya da iki pazara bağımlı bir anlayış içerisinde olunmamalı. Bu bağlamda pazar çeşitlendirme en önemli hedeflerimiz arasında yerini almalı. Yeni pazar olarak Çin, Hindistan, Brezilya, Endonezya, Malezya, Güney Kore gibi ülkeler ön plana çıkarılabilir. Bu ülkelerin, ağırlıklı olarak deniz kum güneş üçlemesinin dışında talepleri olacağından aynı zamanda turizmin tüm ülkeye yaygınlaştırılması sağlanabilir.
Turizmde, en önemli ürünümüz olan deniz-kum- güneş, diğer turistik ürünlerle desteklenmelidir. Kültür, gastronomi, inanç, spor, sağlık, kongre, yat, kruvaziyer, kayak gibi alternatif turizm türleri stratejik bir yaklaşımla geliştirilmelidir. Bu unsurlar açısından bakıldığında ülkemiz önemli bir potansiyele sahiptir ve bu potansiyel daha güçlü bir biçimde harekete geçirilebilir.
Turizmin yönetim yapısına ilişkin 2023 Stratejisinde ifade edilen konseylerin ya da destinasyon yönetim örgütlenmelerinin kurulması turizmin gelişimi açısından büyük önem taşımaktadır. Özel ve kamu kesiminin içerisinde rol alacağı bu yapılanmalar çevresel koşullarda meydana gelen değişimlere turistik bölgelerimizin daha çabuk yanıt vermesini ve bu değişimlere uyum sağlamasını kolaylaştıracaktır.
Benzer şekilde kamu ve özel sektör paydaşların içerisinde yer alacağı risk ve kriz yönetim biriminin oluşturulması da önemlidir. Aslında konsey veya destinasyon yönetim örgütlenmelerinin de bu rolü üstlenmesi olasıdır. Bu oluşumun görevi riskleri belirlemek, analiz etmek ve krize yol açmasını önleyecek çalışmalar içerisinde bulunmak olmalı, ulusal ve yerel düzeyde örgütlenmelidir.
Bir diğer önemli husus ise turizmde yeni yatırımların bir süre durdurulması gerekliliğidir. Ülkemizde turizmde yaşanan krizin de etkisiyle uluslararası piyasalardaki ürün satış fiyatlarımız gittikçe aşağı düşüyor. Bir dönem 850 dolarları gören ortalama turist harcaması, 2016 yılında 705 dolara kadar geriledi. 2017 yılında bu rakamın daha da aşağı düşmesinden endişe ediliyor. Bunu engellemek için iktisattaki arz talep kanunu ekseninde fiyatı yukarı çekmek için en azından bir süreliğine arz artışını yani yeni turistik tesis açılışını frenlememiz gerekiyor.
Her şeyden önce ivedilikle Turizm 2023 Stratejimizi güncelleyerek eylem planlarımızı hazırlamamız ve bu planların eksiksiz bir biçimde uygulanmasını sağlamamız gerekiyor. Ayrıca ifade edilen konularda hızlı hareket etmemiz hayati önem taşıyor. Çünkü ülkemizden başka pazarlara yönlenen talebin zaman içerisinde yeni destinasyonların doğmasına neden olabileceğini ve bu talebi yeniden ülkemize çekmemizin zorlaşacağını unutmamamız gerekiyor. Yukarıda ifade edilen öneriler gerçeğe dönüştürüldüğünde turizmin eski günlerine dönüp dönemeyeceğine dair önceden sormuş olduğum sorunun cevabı kesinlikle evet olacaktır. Hatta turizmimiz gelecekte en çok turist çeken ülkeler arasında ilk üçü zorlayacak duruma gelebilecektir. Ancak çözümü stratejik anlayış yerine günlük aspirin tedavilerinde aramanın sonunun hüzünden başka bir şeyle sonuçlanmayacağını da bilmemiz gerekiyor.
Saygılarımla…