Zülfü Livaneli’nin, Ortadoğu’da İşid’in Ezidi Halkına yaşattığı zulmü anlatan “Huzursuzluk” romanında ‘vay be bu kadar da olur mu?” demeden duramıyorsunuz…
Bu sürükleyici romanın bir bölümünde bilge bir kişiliğin yaptığı tespit ise çok yerinde olmuş. Şöyle diyor o bilge: “Harese nedir bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir.
Develerin çölde çok sevdiği bir diken vardır. Deve, dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı, dikeninkiyle karışınca; bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kendi tadına doyamaz… Ortadoğu’nun adeti budur, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur…” Bu çok doğru bir tespit.
Bence, bizim ülkemizdeki rant tutkusu da buna paralel bir hareket. Anadolu’nun köylerinde ve küçük beldelerinde yaşayan toplumlar farkında olmadan yavaş yavaş büyük şehirlere dolaylı olarak göç ettiriliyor.
Kırsal kesimin iticiliği ve kentin çekiciliği birbirini tamamlayan karşılıklı etkileşim içinde olan ve bir araya geldiklerinde nüfusu hareketlendiren etkenler. “İstanbul’un taşı toprağı altındır”gibi anonim deyişler biçiminde kendini belli eden kültürel öğeler de diğerlerinin yanı sıra kentin çekiciliğini artırarak, kente olan büyük göç akımını pekiştirmiştir.
Yani devenin çölde sevdiği diken tadında, modern yaşam tutkusu, ekonomik rahatlık, sosyal zenginlik, kolay iş bulabilme, hızlı ulaşım(!) , eğitim olanakları, tüketme arzusu ve terörden kaçış gibi çoğaltılabilen birçok örnek…
Dolayısıyla bunları yaşamak için gelen toplumlar, doğup büyüdükleri yerleri bırakarak üretmedikleri için topraklarını verimsizleştiriyor ve geldikleri şehirlerin toprak, arazi değerlerinin yükselmesine sebep oluyorlar. Bu da belli bir kesimin ağzını sulandırarak, rant arzularını kabartıyor. Ve yapılan binalar tekrar tekrar yapılıp yıkılıp ‘kentsel dönüşüm’ adı altında tekrar millete kakalanıyor. Kendisine “Sen böyle bir yerde yaşamayı hak ediyorsun” dendiği için, hem bu rantçıların tutkusuna alet olunuyor, hem de insanın nefes almasını sağlayan doğa da parça parça katlediliyor, kültürler de yok ediliyor… Her zaman, hikayesi olan mistik sokaklara özlem duyuluyorsa, doğal köy yaşantısına da olduğu gibi, karar verilirken tekrar tekrar düşünülmeli.
Bununla paralel “sen üretme tüket “algısı da oluşturularak bir model yaratılıyor, insanlar da belli aralıklarla bu modele alıştırılıyor ve “sende öyle yapmalısın” imajı verilerek herkes adeta kopyalanıyor. Yediği, içtiği, giydiği, kullandığı her şey buna göre planlanıyor. Ve insanoğlu bundan çok zevk alıyor ve değişikliği sürekli istiyor. Ama üretemiyor!
Yani ülkemiz insanı kendi kendini yok ediyor, farkında bile olamadan…
Bu harese ya bir an önce bitmeli ya da bitmeli!