Sevgili Okurlarım,
22 Aralık günü Hürriyet Gazetesi’ndeki görevimden ayrıldım. Bundan böyle Almanya’nın eski başkenti Bonn’dan sizlere seslenmeyi sürdüreceğim. Yakın gelecekte Ren nehri kıyısındaki bu güzel şehri de sizlere anlatabilmeyi ümit ediyorum.
2011’den bugüne sayısını hiç bilmediğim, tahmin dahi edemeyeceğim kadar çok seyahat gerçekleştirdim. Bu seneler zarfında harita ile belirttiğim 41 şehrin her birinde bulundum. Bu şehirlerde sadece birkaç iş toplantısı yapmak ile yetinmedim, her birine dokundum, çarşılarını gezdim, otellerinde konakladım, bu şehirleri kokladım ve yaşadım.
Bu bilgi birikimini kullanarak bir yazı dizisi hazırladım. İlk durak Kastamonu.
Kastamonu’da yüzyıllar öncesine gittim
2014’ün soğuk bir Kasım ayında Kastamonu’ya gece vakti vardım. Otelime varmak için heyecanlanıyordum. Otelimi bizzat seçmiştim, tarihi bir binada konaklayacak olmanın heyecanı içerisindeydim. Kastamonu Osmanlı Sarayı’nın iki yana açılıp sonra ana kapıda birleşen merdivenlerinden çıkarken tarihi yaşadığımı o an hissettim. Binanın koca giriş kapısının önü kırmızı bir halı ile kaplıydı. İçerde yüksek tavanlı giriş bölümünden resepsiyona ilerlerken ayağımı bastığım ahşap zemin tatlı tatlı gıcırdıyordu.
Gecenin o vaktinde beni güler bir yüz ve bir çift meraklı bakış ile karşılayan resepsiyonisti dün gibi anımsıyorum. Anadolu insanında İstanbul’dan gelmişlere karşı yüzyıllardır süregelmiş bir merak vardır. Bakışlarından ve ettiği iki cümleden tertemiz bir kalbi olduğunu anladığım Kastamonulu resepsiyonist eşyalarımı yüklendi ve beni odama çıkardı. Odama üst katta yüksek tavanlı, koca bir hole açılan beş-altı büyük kapıdan biri ile giriliyordu. Hol oldukça ‘eski’ döşenmişti. Kocaman bir yemek masası etrafına dizilmiş irice sandalyelere birkaç oyma ahşaplı koltuk eşlik ediyordu. Bu koca holün altında genişçe bir halı, tavanında da ince ince işlenmiş tavan süsü vardı. Ahşap zemin tıpkı girişte olduğu gibi gıcırdıyordu.
Odam oldukça genişti. Yüksek tavana kadar erişen kocaman pencereleri hemen karşıda tarihi bir hamama açılıyor, hamamın ardında Kastamonu şehri oldukça sessiz ve tevazu ile benim onu keşfimi bekliyordu. Oda öylesine genişti ki, biraz detaya girip anlatmamda fayda var, zira İstanbul’da her bir otelci dostumun ne denli bir çaba ile odalarında metrekare hesabı yaptığını çok iyi biliyorum. Otel odamın genişliğini sahip olduğu 3 tane 1,5 metre genişliğinde ve iki metre yüksekliğinde ahşap ve kubbe şeklindeki pencereden anlatabildiğimi düşünüyorum. Tavan geniş ve ahşabı beyaza boyalı, ahşap üzerinde kabartmalarla bana Arnavutköy’deki Tevfikiye Camii’ni anımsattı. II. Mahmut’un şehzadesi Tevfik için yaptırdığı cami 1838’de tamamlanmış. Geceyi geçireceğim bu tarihi binanın da 19. yüzyılın sonlarında tamamlandığını düşünürsek, benzer bir mimarinin olabileceği aşikar.
Pek çok otel odasında konakladım. Burayı bende farklı kılan ve yorgun olmama rağmen o gece hemen uyutmayan üç şey vardı. Birincisi tarihi bir yapı olması. Bu bende yaşanmışlıkları düşündürüyor. İkincisi odada oldukça büyük olan yatak ve üçüncüsü koca odanın içine sonradan inşa edilerek eklenen tuvalet ve banyo bölümü. Bu bölüm zaten kasvetli olan bu koca binanın büyükçe odasında, o kadar sonradan eklenmiş duruyor ki sanki odanın dışarı açılan bir kapısı varmış da her an biri ordan gelecekmiş gibi bir hisse kapıldım.
Uyudum. Sabah çok farklı bir dinginlikle uyandım. Kastamonu’da bu soğuk Kasım gününe inat harikulade bir güneş kocaman penceremenden ayak uçlarımı ısıtıyor. Fotoğrafını paylaştığım manzaraya uyanıyorum. Sabah kahvemi pişiriyorum ve Anadolu’nun bu yapayalnız şehrine bakarak kim bilir neler düşünüyor, ne hayallere iç geçiriyorum.
Gece vardiyası değişmiş, başka bir genç adam aynı taşralı eda ile beni sabahlıyor. Biraz sohbet ediyoruz, bina hakkında bana bilgiler veriyor. 19. yüzyılı sonunda inşa edilen bu bina bir asır süresince kente belediye binası olarak hizmet vermiş ve Kastamonu Örencik Taşı’ndan inşa edilmiş. Ustaları şehrin yerlilerindenmiş. 1997’de özelleştirilen bu bina bir kez restore edilmiş ve resterasyonu yapan mimarlar, binayı inşa edenin torunlarıymış. Genç resepsiyonist benimle paylaştığı bu bilgilere gururla ekliyor: Mustafa Kemal Atatürk de binayı ziyaret etti. Bunu öğrenince iyice keyfim yerine geliyor. Onunla aynı basamaklardan çıkıp, aynı havayı soluduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Şapka devrimini duyurduğu Osmanlı’nın bu mutaassıp kentini şimdi zihnimde onunla birlikte geziyorum.
Son sayımlarda 110 bin kişilik bir nufüsu içinde barındıran kent, Kızılırmak’ın en büyük kolu olan Gökırmak’ın Karaçomak Çayı etrafında kurulmuş. Anadolu’nun çok eski bir yerleşim bölgesi olan Kastamonu içinde barındırdığı çokça tarihi yapı vesilesi ile Türkiye’nin ilk Kent Müzesi olma ünvanını eline almış. Ben otelimden şehrin merkezine doğru yürürken tabii ki bu bilgilerden bihaber, dar sokaklarda şaşkınlıkla Nasrullah Camii’nin olduğu meydana çıkıyorum. O an hissettiklerimi size nasıl anlatabilirim diye biraz düşündüm. Şöyle yapalım. Beş on saniye gözlerinizi kapayın, içinize derin bir nefes çekin. Bu nefesi alırken bu zamana kadar soluduğunuz en temiz havayı düşünün. Şimdi kendinizi bir tarih kitabının içine atın. Osmanlı’yı düşünün. O şaşalı imparatorluğun İstanbul, Bursa, Edirne gibi koca kent merkezlerinden sıyrılın. Hep geride kalmış, garip Anadolu’nun, imparatorluğu sadakatle desteklediği o cefekar insanını okumuşsunuzdur. Nazım Hikmet’in bir şiirinde resmettiği üzere;
Kurşun kubbeler ve fabrika bacaları… Benim o kendi kendinden bile gizleyerek sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.
İşte tam böyle bir meydandayım. Soluduğum hava çok lezzetli. Meydan çok kalabalık ama sessiz. İnsanlar ve çocuklarda bir garip eda var. Meydana açılan hemen her sokakta sokak satıcıları var. Dükkanların önünde onlarca bakır eşya, kuzineler, sobalar, şapkalar, atkılar teşhir edilmiş. Önünde kuyruk bekleyen pastırmacı dükkanları, fırınlar… Ama o alışılageldik ses yok bu kalabalıkta. Az sonra Cuma selası okunuyor, kendimi cemaatle Nasrullah Camii’de Cuma namazına niyetlenirken buluyorum.
Mustafa Kemal Atatürk ile aynı havayı solumanın verdiği gurura şimdi de Mehmet Akif ile saf tutan, onun sesi ile onlarca kez yankılanmış tarihi bir yapının içinde olmanın bir garip huzuru içerisindeyim. Kastamonu Kent Müzesi’nin en nadide eseri Nasrullah Camii, Kadı Nasrullah tarafından 1506 senesinde inşa edilmiş. II. Beyazıd zamanında yapılan bu cami kentin Osmanlı döneminden kalma en eski camisi niteliğinde.
Mehmet Akif Ersoy milli mücadele yıllarında bu camide halka vaazlar vermiş ve yardım toplamış. Ruhu şad olsun. İstiklal Marşımızın TBMM’deki kabulünden sonra ilk kez Nasrullah Camii’nde halka okunmuş. Hemen burada bir bilgi paylaşmakta yarar var. Hepimizin bildiği o meşhur Çanakkale Türküsü Kastamonulu Aşık Yorgansız Hakkı tarafından yazılmıştır. Keza Kastamonu Çanakkale Savaşı’na tam 2 bin 527 şehit vermiştir. Kentte öğrendiğim bilgiler beni öylesine derinden etkiliyor ki Nasrullah Camii’nin külliyesinin açıldığı meydanda bir süre oturuyorum.
Burada kendime tekrar geldiğimde gözüme bir pastırma dükkanının önündeki kuyruk takılıyor. Hemen oradaki birine soruyorum ve bir yeni bilgi daha ediniyorum. Meğer pastırma Kayseri’nin aksine Kastamonu’nun bir yiyeceğiymiş.
Bu bilgi bir an sabahtan bu yana henüz bir şey yemediğimi farkettiriyor bana. Kısa bir araştırmadan sonra nerede yemek yiyeceğimi buluyorum. Ayaklarım beni hemen yakındaki Münire Sultan Sofrası’na götürüyor.
Bu gibi seyahatlerimde bölgenin kendine özgü yemeklerini tatmaya hep özen gösterdim. Şöyle hoş, mümkünse tarihi bir yapıda hiç tatmadığım, yöresel yemeklerin tadına varmak bende tarifi imkansız bir haz uyandırıyor.
Münire Sultan Sofrası da işte tam aradığıma uygun bir mimari yapıda, harikulade bir atmosferde! Sıcak bir karşılama ile beni içine alıyor.
İçerde, az evvel gördüğüm manzaranın aksine çok iyi giyimli, seçkin bir insan topluluğu var. Mekanın üst katındaki kubbeli salon ahşap masalardan yükselen sohbetler ile hoş bir tını içerisinde. Yeşile boyalı salonun kubbesi beyaz renkli. Pencereler geniş ve ahşap. Masalar da öyle… Bu sade ve mütevazi döşenmiş dekorda dikkatimi eski bir gramafon çekiyor hemen. Birazdan bu gramafondan yayılan hoş bir ezgi ortamı şenlendiriyor.
Otelin resepsiyonistlerine benzer temiz yüzlü bir garson karşılıyor beni. Haleti ruhiyemde Mustafa Kemal ve Mehmet Akif ile aynı havayı solumuş olmanın bir garip gururu var. Az evvel yaptığımız pastırma sohbetinin sonucunda da iştahım oldukça yerinde. Garsona keyifle şunu soruyorum; ‘yöresel yemekleriniz neler?’
Az sonra garson bana Ecevit çorbası servis ediyor. Pirinç, tavuk suyu, yumurta ve tereyağı ile yapılmış bu çorba, üzerine dökülen nane ile daha evvel tatmadığım bir lezzet. Menülerinde mercimeği, domates ve ezogelini görmekten sıkıldığımız lokantalara, mutfaklarında ısrarla bu çorbaya da yer vermelerini öneririm. İlginç ve merak uyandıran ismi ile eminim çokça talep alacaktır. Lezzeti ile de mekana nam salacaktır. Bunu işletmeci kimliğim ile rahatlıkla öneriyorum.
Ecevit çorbasının akabinde ismi ile merak uyandıran bir başka yöresel lezzeti ısmarlıyorum: Banduma. Basitçe tavuk budu, yufka, ceviz ve tereyağından uluşan bu yemek; yumuşacık kıvamı, lezzetli baharatları ile enfes ve kesinlikle doyurucu.
Susamsız ve bayat Kastamonu simidi üzerine kemik suyu, sarımsaklı yoğurt, kavrulmuş kıyma ve en nihayetinde tereyağı ile kavrulmuş salça… Siz benim gibi bandumanın üzerine Simit Tiridi ısmarlamayın. Birinden birini tercih edin. Yoksa ciddi bir hazımsızlık yaşarsınız.
Fakat her şeye rağmen bu güzel mekandan bir tatlı yemeden ayrılmak bana yakışmazdı. Menüde hemen dikkatimi çeken kaşık helvadan bir bardak çay ile birlikte sipariş ettim. Bu helva adından da anlaşılacağı gibi kaşık kadar büyüklükte ve bir porsiyonda üç adet servis ediliyor. Un, su, tereyağı ve pudra şekeri ile yapılıyor. Yemek kaşığı yardımı ile şekil veriliyor.
Bir ufak gezintiydi benim yaptığım. Anlattıklarıma ek olarak Kastamonu saat kulesi ve Kastamonu kalesi görülmeye değerdi. İstiklal Savaşımızda çok büyük öneme sahip İnebolu da bu şehrin madalyalı ilçesidir. Muhakkak görmenizi tavsiye ederim. İnebolu Denk Kayığı, İstiklal Savaşı’nda nakliyede çok önemli bir yere sahip olmakla birlikte üretim şekli olarak da kendine has bir tazı barındırıyor. İstiklal Savaşı’ndan sonra herbir kayıkçıya katkılarından dolayı beyaz şeritli istiklal madalyası ve beraatı törenle takdim edilmiştir. Mutlaka bu kayıkların da içinde bulunduğu müzeyi gezin. Meraklısı için bir not daha: Denk kayığı İstanbul Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’nde de sergileniyor.
Kastamonu’yu hep geçmiş ile andık ama geleceğin inşasında çok önemli bir gıda ürünü de Kastamonu topraklarından elde ediliyor. Evet Mars’a kurulacak koloninin yanında götüreceği buğday tohumu Kastamonu’dan.! Meraklısı var ise Siyez Buğdayı’nı bir araştırmasını tavsiye ederim. Yatırımcı dostlarım için bir uyarı: Siyezlik arsalar yakın bir tarihte Eti tarafından satın alınmış bulunuyor.
Burada gezilerimden çıkardığım bir tespiti sizinle paylaşmak istiyorum. Sanırım pazarlama bir gen işi. Bu kadim şehirde en güzel pastımaları yedim, kutu kutu da yanıma aldım, sevdiklerime gururla hediye ettim. Ama buraya gelene kadar pastırmasının bu denli lezzetli olduğunu bilmiyordum. Eminim sizler de bu yazıyı okuyana kadar bilmezdiniz. Hemen her şehirde bir Adana kebap, Urfa kebap, Bursa iskender kebapı ya da Hatay’ın künefisini tadabiliriz. Ama niçin Kastamonu’nun Ecevit çorbasını, simit tiridini veya bandumasını bilmeyiz? Bu durum Kastamonu halkının pazarlama bilimini bilmezliğinden mi ileri geliyor yoksa girişken olmamasından mı? Aynı şekilde bayılarak yediğimiz peynirli kek (cheesecake) uluslararası bir üne sahipken peynir tatlısı ya da höşmerim niçin yaygın değil. Buna benzer örnekleri sizler de çoğaltabilirsiniz. Bana kalırsa üniversitelerin bu işlerde biraz sorumluluğu var. Şehirlerden uzakta koca koca kampüslerimiz var bizim ama şehre, oranın insanına nasıl bir fayda sağlıyorlar bu tartışmalı. Ben Kastamonu Üniversitesi’nden bu harikulade lezzetleri korumak ve daha sonra yaygınlaştırmak için bir girişimi açıkçası yöre ve ülke insanı için önemli bir vazife olarak görüyorum.