
Pera Palace Oteli’nde 2000 yılında staj yaparken İstanbul’un tarihiyle bu kadar iç içe olacağımı hiç düşünmemiştim. İstanbul, yazları sık sık ziyaret ettiğimiz bir yerdi. Babamın iyi bir gezgin olmasından dolayı, ailecek benim, kardeşimin ve annemin Türkiye’de gezmediği yer kalmamıştı. İstanbul’u da gezmiştik, ancak turist olmak ve burada yaşamak arasında büyük bir fark vardı. İstanbul’un ancak yaşanarak anlatılabilecek bir yer olduğunu o yıl anlayacak ve bu büyülü şehre olan hayranlığım giderek artacaktı.

Pera Palace’ta staj yaparken henüz 20 yaşındaydım. Pera Palace Oteli, bildiğiniz üzere 19. yüzyılın ortalarında “Orient Express” adlı yolcu treninin güzergahında, misafirperverliğimizi anlatan bir konaklama tesisi olarak inşa edilmişti. Dönemin elektrik enerjisine sahip nadir binalarından biriydi. Zamanının sosyetesi burada tüm faaliyetlerini yürütüyordu. Otel, politik, sosyal ve şehir yaşantısının merkezi haline gelmişti.
Ben tam 2000 yılının yaz aylarında, haziran, temmuz ve ağustos aylarında orada staj yapmıştım. Şu anda neredeyse 25 yıl geçmiş. Resepsiyonda Sofiya Hanım ve Hakan Bey ile çalışıyordum. Pera Palace ile ilgili anılarımı başka bir yazımda anlatacağım. Ancak bugün başka bir konuya değinmek istiyorum; biraz sonra tekrar Pera Palace Otel’e döneceğiz.
Yunanistan ve Türk Turistlerin İlgisi
Haberlerde şöyle diyordu geçenlerde: “Yunan’a Türk Akını.” Aslında kışkırtıcı bir haber olsa gerek. “Yunanistan sahillerinde Türk turistlerin akını” diye başlık atsalar bu kadar ilgi çekmeyecek belli ki. En son iki yıl önce Alaçatı ve Çeşme’ye gitmiştim. İzmir’e her sene gitmeyi deniyorum; hem fuar var hem de İzmir ve Mersin birbirine çok benzediği için orada olmak beni keyiflendiriyor. İki yaz önce Çeşme ve Alaçatı’da geçirdiğim günlerin sonunda cebimdeki paranın eridiğini, bu kadar kısa zamanda bu kadar büyük meblağ harcadığımı görünce işlerin ters gideceğini anlamıştım. Ve açıkçası bir daha oraya gitmemeye kendime söz verdim. Çünkü fayda-değer eğrisi diye bir şey var, değil mi?
Faturayı birazcık emekçilere kesiyorlar
Geçenlerde Armağan Çağlayan’ın bir programında yemek fiyatlarının pahalılığı ile ilgili bir tartışma vardı. Tartışma, maliyetlerin ne kadar arttığı üzerine odaklandı ve restoran sahipleri kalifiye eleman bulamamaktan şikayet ediyorlardı. Buldukları ile de çok yüksek maaşlara anlaşıyorlardı. Programı seyredince biraz canım sıkıldı. Faturayı birazcık emekçilere kesiyorlardı ki bu istenmeyen bir durum olarak karşımıza çıkabilir. Bizim Yunanistan ile farkımız ya da eksiğimiz nedir, bunu anlayamıyorum. Bir anlayan varsa beri gelsin. Biraz şişirilmiş fiyatlarımız yok mu? Bırakın Bodrum’u, bugün dört kişi Şişli’de mahalle arasında çorba içmeye kalksanız 1000 TL’ye yakın para ödüyorsunuz.
Dönelim mi Pera Palace Oteli’ne? Karşılıklı iki resepsiyon deski… Birinde ben ve Sofiya Hanım (abla denmesini daha çok isterdi), karşısındaki destekte de Hakan Bey. Hakan Bey ile hep beraber güle oynaya çalışıyoruz. Ben Merter’den Beyoğlu’na geldiğim için biraz geç başlamama izin verdiler; dokuzda işe başlıyordum. Onlar sekizde başlıyorlardı çünkü daha yakın oturuyorlardı.
Şarkılar ve Anılar

Oradaki anılarımı daha sonra uzun uzun anlatacağım; belki tefrika bile çıkar bundan (bıyık altından gülme efekti). Bir gün sabah erkenden Pera Palace Oteli’nin pastanesinden aldığımız kruvasanları Sofiya Abla ile yedikten sonra bir şarkı mırıldandı: “To yelekáki, pu forís,” ve ben de devam ettim “Egó sto ‘kho raméno,” o devam etti “Me píkres kie me vásana” ve ben de şöyle bitirdim “Sto ‘kho fodrarisméno.” Aman Allah, nasıl bir enerji olduğunu anlatamam. O tabii ki şarkının devamını getirdi, ben ise bu kadarını biliyordum ve söyleyemedim.
Aslında, şarkı bitmeden Sofiya Abla beni sarsarcasına omuzlarımdan tutup “Bu şarkı Rumcadır ve çok eskidir, sen nasıl bunu bilebildin?” diye beni sıkıştırmaya başladı. Ben de tam olarak nereden öğrendiğimi kendisine söylememek için biraz da muzip tavırlarla kaçamak cevaplar veriyordum.
Sofiya Hanım, anlaşılacağı üzere Rum kökenli bir vatandaşımızdı ve çok sempatik bir hanımdı. Onu böylesine merak içerisinde bırakmak benim de hoşuma gidiyordu. Bundan başka altı ya da yedi şarkıyı da Rumca ezbere biliyorum dedim ve böylelikle merakı katlanarak arttı. Rumca ile münasebetimi size de anlatacağım, bunun öncesinde bu şarkıdan bahsetmek istiyorum. Şarkı aslında hüzünlü bir şarkı… Annemin teyzesi ki, biz ona çok sevdiğimiz için “cicianne” derdik, bunun bir ninni olduğunu söylerdi. Bence bayağı bir eski anonim türkü. Bu şarkıyı “To Yelekaki” olarak aratıp dinlediğinizde kulağınıza çok da yabancı gelmeyecek çünkü Mehmet Ali Erbil söylüyordu “Kahpe Bizans” filminde. “İmparator olmayı kolay mı sandın?” diye başlıyor.
Bir Film Sahnesi Gibi
O anı düşünün: Pera Palace Otel’in resepsiyon kısmını. Bir film sahnesi gibi. Ben ve Sofiya Hanım, yüzyıllardır söylenen (ki ben şarkının manasını bilmiyorum) bir şarkıyı orada habersiz söylüyoruz ve bir müddet sonra bir enerji kaplıyor ortamı.
Sonra tabii ki ben Girit’ten mübadele ile Mersin’e gelen göç ettirilmiş bir Giritli Türk ailenin torunu olduğumu söyledim. Bizim evde ben çocukken Rumca şarkıların söylendiğini, böylelikle benim de bu şarkıları ezberlediğimi anlattım. Neredeyse ağlayacak olduk. Demem o ki, eski büyük bir imparatorluğun çocukları olarak tüm bu renkleri, dilleri, dinleri bir mozaikmişçesine korumak kollamak ne güzel. Ne güzel bir orman gibi kardeşçesine ama bir ağaç gibi tek ve hür yaşayabilmek, aynı Nazım’ın dediği gibi.
Şapkalarını önüne koysunlar artık
Bir şey daha söyleyeceğim, sonra da bitiriyorum. Yunanistan’a giden Türk vatandaşlarına kızmayın, devir ekonomi devri. Bodrum ve Alaçatı’daki işletmeciler şapkalarını önüne koysunlar artık.
Hadi, size iyi bir ağustos ayı diliyorum. Aklıma yazacak bir şey gelirse yine görüşürüz.