Değerli Okurlar,
Türkiye’nin en iyi turizm ve otelcilik gazetesi “Hotel Gazetesi”nde sizinle buluşacağım için çok memnunum. 1980 yılında Mersin’de başlayan eğitim yolculuğumdan bugüne, otelcilik ve turizm sektöründe kazandığım tecrübeleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
Yeni köşem “Yeni Yarın”da, uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi konularındaki güncel gelişmeleri, sektörel analizler ve geleceğe yönelik öngörülerimi ele alarak turizm ve otelcilik sektöründeki değişimleri daha yakından inceleyeceğiz. “Yeni Yarın” adı, pandemi döneminde YouTube’da sunduğum naçizane programımdan esinlenerek konulmuştur. Program, evrenin her gün dönüşümünü ve değişimini temsil eden bir ad taşıyor; her gün yatağa başımızı koyduğumuzda yeni bir şeylerin olacağını bilmenin verdiği umutla dolu bir isim. Her yeni gün, yeni fırsatlar ve değişimler getirir.
Sizlerle bu yolculuğu paylaşmak ve sektörümüze dair önemli konuları “Yeni Yarın” köşemde ele almak için sabırsızlanıyorum. Yarını değiştirenlerden olmanız dileğimle…
Yabancı Garsonlar…
Geçen sene çok sevdiğim dostum Murat Cakan Bey ve müşterek arkadaşımız Afganistan’ın değerli genç politikacısı Yakup Bey ile zannediyorum karşıda Kavacık’da ünlü bir dönerciye yemek yemeye gittik. Bizimle ilgilenen garsonların kırık bir Türkçesi olduğunu anlamamıştım. Gayet güzel bir restoran, leziz dönerler ve karnımızın çok acıkmış olması buna mani olmuştu belki de. Biz Murat Bey ile önümüzdeki dönerleri yerken birden Yakup Bey’in garsonlar ile sohbet ettiğini fark ettik. Öyle ki, çok koyu bir sohbet anlaşılmayan bir dilde devam ediyordu. Birden Fars dilinde sohbet edildiğini anladıktan sonra aslında garsonların hepsinin Afgan olduğunu fark ettim. Bu durum çok düşündürücü ve ibret alınması gereken bir örnekti. Yakup Bey, servis görevlisi emekçiler ile sohbet ederken beden dilinde birdenbire bir olağanüstülük olmaya başladı. Babadan kalma politikacılık onu adeta meydanlarda konuşurkenki üslubuna geri döndürmüştü. “Gelin,” diyordu genç Afganlara. “Değişecek Afganistan’da her şey, Afganistan’ın size çok ihtiyacı var.”
Afganistan’ı son zamanlarda ülkemize gelen genç göçmenlerin vasıtasıyla duyarız ancak Türkiye ile çok daha öncelere dayalı politik ilişkileri mevcut. 1921 yılında resmi olarak Büyük Önder Atatürk ve Emanullah Han tarafından başlıyor bu ilişkiler. Öncesinde İttihat ve Terakki döneminde Enver Paşa zamanında da girişimler oluyor, hatta Cemal Paşa modern Afgan Ordusu’nun teşkilatlandırılmasında çok önemli katkılar sağlıyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yeni ülkeyi tanıyan ilk ülkelerden biri de Afganistan oluyor. İki ülke arasında 1921’de ittifak muahedenamesi imzalanıyor ve tabii ki bu birliktelik emperyalist ülkelerin hoşuna gitmiyor. O zamanın Britanya müstemlekesi olan Hindistan bu duruma karşı çıkıyor ve başbakan Lloyd George tarafından da bu iş birliği protesto ediliyor.
Kurulan modern genç Türkiye Cumhuriyeti bu güzel ülkeye ilk Kabil Sefiri olarak Medine Müdafası Kahramanı Fahrettin Paşa’yı atıyor. Anlayacağınız, Türkiye Cumhuriyeti bu güzel insanların güzel ülkesine çok değer veriyor. Emperyal güçlerin ezmeye hatta yok etmeye çalıştığı bu iki genç ülke adeta kader birlikteliği yaparcasına şimdiki modern adıyla “know-how” paylaşıyorlar. Sonrasında hem Emanullah Han hem de Şah Nadir Türkiye’yi model ülke olarak görüyorlar ve Güney Asya’daki bu güzel ülke hem Türkiye’den askeri ve eğitim alanında yetişmiş insanları ülkelerine davet ediyor hem de Türkiye ile diplomatik ilişkiler daha da artıyor. Özellikle 1950’li yıllarda ülkenin içerisindeki karışıklıklar, darbeler ve komünizm söylemlerinin yaygınlaşması Türkiye’de dönemin politikacılarından Fatih Rüştü Zorlu tarafından tepki ile karşılanıyor ve bilhassa o zamanlar Türkiye için tabu olan komünizm propagandası çok hoş görünmüyor. Amerika’nın Sovyetlere karşı stratejik olarak güçlendirmek istediği kuzey kuşağı devletlerinin (Türkiye, Irak, İran ve Pakistan) dışında kalan Afganistan maalesef Sovyet Rusyasının kucağına itiliyor.
Neyse ki Türkiye ve Afganistan ilişkileri çok zarar görmüyor. Kıbrıs meselesinde Türkiye’ye çok destek olan Afganistan ile tarihi dostluk devam ediyor. Sonrasında maalesef Sovyetler ülkeyi işgal ediyorlar. Sonrasında halkın da mücadelesi sayesinde Sovyet Rusya ülkeden çekiliyorlar. Ancak Soğuk Savaş sonrasında ise ülkeyi bekleyen başka gelişmeler oluyor. 11 Eylül, Amerikan askerleri, onların keyfi uygulamaları, savaş ağaları, Taliban yönetimi, kadınların okutulmaması, ülkenin laik sistemi terk etmesi ve kaos, iç hesaplaşmalar şeklinde bu gelişmeleri özetleyebiliriz.
Daha yazılacak çok şeyler mevcut. Uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi açısından bahsedilmesi gerekli pek çok konu var. Pakistan ve Hindistan ile ilişkiler, Arap Baharı, Türkiye dış politikalarının FETÖ terör örgütü tarafından nasıl yönlendirildiğine dair pek çok konuyu konuşabiliriz, fakat biz kendi konumuza dönüş yapalım.
Size Afganistan ve Türkiye ilişkilerinin uzun uzun tarihçesini anlatacak değilim. İki ülke arasında bunca benzerliğe rağmen birbirleri ile yıllar geçtikçe hiç benzemeyen bu iki ülkenin ortak kaderi beyin göçünü yaşaması olsa gerek. Fakat bizim kabul ettiğimiz beyin göçü ne kadar nitelikli? Bu düzensiz göçler konusunda hükümetin yaptığı bir takım çalışmalar mevcut. Ancak yeterli değil sanırım.
Yakup Bey ne diyordu? “Gelin ülkenize geri dönün.” Etrafında on, onbeş garson ona hayranlıkla ve büyük bir ciddiyetle kulak kabartıyorlar ve şöyle diyorlardı: “Biz de gelmek istiyoruz.”
Türkiye’deki son zamanlarda yaşanan en büyük sorun, Türkiye’nin düzensiz göç ile mücadelesi olduğu söyleniyor. Hatta sadece bu konuya kendini odaklanmış siyasi partiler dahi kuruldu son zamanlarda. Fakat bunun öncesinde sosyal ve psikolojik olarak etkilerinden düşünmeden edemiyor insan. Suriyeliler, Afganlar, Afrikalılar, Ruslar, Ukraynalılar ve diğer pek çok halk öncelikle İstanbul olmak üzere ülkenin pek çok bölgesine yerleştiler ve belki de hiç gitmeyecekler.
Ben burada bu soruyu sormak istiyorum: Gitmeleri gerekiyor mu? Düzensiz göç karmaşasında hükümetin yetersiz davrandığını düşünebiliriz. Buna karşılık çözümler geldikleri ülkelerdeki yaşam şartlarını değiştirmek ile ilintili değil midir? Yani Afganistan’da biraz evvel anlatmaya çalıştığım modern geçmiş ve Türkiye ile olan bilgi alışverişi düzeyindeki olumlu ilişkiler şimdilerde bozulduysa, bunu düzeltecek bir iradeyi ortaya koymalıyız. Bu notu buraya düşmekte fayda görüyorum.
Zannediyorum okuyucuların çoğu turizm ve otelcilik sektöründen olacaklar. Hem Antalya’da hem de İstanbul’da, otellerde, restoranlarda kaçak göçmenlerin çalıştırıldığına dair duyumlar alıyoruz hatta biraz evvel bahsettiğim gibi şahit oluyoruz. Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar bunu mu gerektiriyor? Yoksa işverenler cidden kolaya mı kaçıyorlar? Ben kolaya kaçtıkları kanısındayım. Ve Türkiye’de işsizlik olmadığını düşünenlerin tarafındayım. İş beğenmeyen gençlerimiz var. Herkesin üniversite mezunu olmaması gereken bir sistem inşa edemiyoruz. İstanbul’da kampüsü dahi olmayan falanca üniversiteden mezun olmak yerine 19-20 yaşından sonra hayata atılan gençlerimizin olması hem ülke hem de aile ekonomisine bir katkı sağlamaz mı?
Nereden nereye geldi mevzu? Biliyorsunuz Türk gençlerinin tüm dünyada sektörümüzde çok haklı başarıları mevcut. Türkler, yurtdışındaki otellerde önemli pozisyonları layıkıyla dolduruyorlar ve çalışmalar yapıyorlar. Beyin göçünün hızla yaygınlaştığı günlerdeyiz. Velhasıl soru şu: Düzensiz göçler ile Türkiye’ye yerleşen ve Türkiye’de bir şekilde vatandaşlık alanların katkısı turizm ve otelcilik sektörüne ne kadar olacak? Yatırım mı yapacaklar yoksa Türkiye’deki beyin göçünü mü hızlandıracaklar?
Neyse, ben işime geri dönüyorum. Sağlıcakla kalın.