
TUNA’NIN İKİ YAKASINDA ZAMANSIZ BİR MACERA

Nazım Hikmet’e dünyanın en güzel iki kenti; Budapeşte ve İstanbul’dur dedirten kent “İSTANBUL” seni yaşıyorum ve BUDAPEŞTE, şu an sen, muazzam güzelliğin ve ışıltınla gözlerimin önündesin ve bir tabloya bakar gibi seni seyrediyorum.
Hiç aklımda yoktun bu yıl… Bana sürpriz oldun desem inanır mısın? Yıllarca seni hep başkalarından dinledim. Ve bana hep şöyle söylendi senin için. “Kendinizi oraya ait hissedeceksiniz, kaçırmamalısınız.” Her seferinde merakım daha da arttı. Ve nihayet bu yıl buluştuk. Tuna Nehri’nin zarifçe ortadan ikiye böldüğü Budapeşte, bir nehrin sadece yer değil, bir ruh hali olduğunu hissettiren bir durak. Tarih kokan taş kaldırımları, görkemli köprüleri ve nehre yansıyan ışık oyunlarıyla bir şiir, bir masal hatta bir tablo.
Şehir iki yakadan oluşuyor. “Buda” kısmı, görkemli bir tarih müzesini andırırken “Peşte” kısmı ise modern dünyanın enerjisini hissettiriyor insana.
Budapeşte’yi gezme ve keşfetme yolculuğuna ben Peşte tarafından başladım. Genelde böyle oluyor. Çünkü yerleşim ve oteller daha çok Peşte tarafında.
AZİZ STEFAN BAZİLİKASI


Peşte’de tanıştığım ilk görkemli yapı, tüm ihtişamıyla Stefan Bazilikası’ydı. İsmini Macaristan’ın ilk kralı Stefan’dan almış. Bazilika,Neo Rönesans tarzıyla dönemin ihtişamını yansıtıyor. Şehrin merkezinde ve kesinlikle görülmeye değer bir yapı. Üst katından panoramik olarak şehri izleyebiliyorsunuz.
İç mekanda yer alan süslemeler, vitraylar ziyaretçilere görsel bir şölen sunuyor. Budapeşte’nin tarihi ve kültürel dokusunu yakından tanımak isteyenler için mutlaka görülmesi gereken bir yapı. Hemen önünde çok geniş bir avlu var ve etkinlikler burada halka açık olarak düzenleniyor. Benim gittiğim gün, akşam yapılacak konser için hazırlıklar vardı. Bazilikayı hem gündüz hem de akşam görme şansı buldum. Gece ışıklandırılmış hali de inanılmaz etkileyiciydi.
Bahçe avlusunun etrafında oturup biraz soluklanmak ve Bazilika manzarasında keyifli sohbetler etmek için güzel mekanlar da var. Değerlendirmenizi tavsiye ederim.
Hemen karşısındaki cadde trafiğe kapalı ve oradan bazilika çok etkileyici görünüyor. Güzel fotoğraf kareleri yakalayabilirsiniz. Bazilikaya giriş ve manzara terasına çıkış ücretli, önceden on-line bilet alırsanız sıra beklemezsiniz.
TUNA NEHRİ

Aziz Stephan Bazilikası’nın önündeki caddeden keyifli bir yürüyüş yapıp ve fotoğraf çektikten sonra, Avrupa’nın en büyük ikinci nehri olan Tuna ile buluştum. Tuna Nehri 10 farklı ülkenin topraklarına hayat veriyor.
Türk tarihinde adına pek çok şiirler yazılan ve Osmanlı döneminin en önemli nehirleri arasında yer alan Tuna Nehri ile ilgili ünlü şairlerin yazdığı şiirlerden en güzeli Yahya Kemal Beyatlı’nın yazdığı şiirdi bana göre:
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik,
Haykırdı ak tolgalı beylerbeyi ilerle
Bir çığ gibi geçtik Tuna’dan kafilelerle
Nehrin üzerinde birbirinden farklı tekne turları da yapılmakta. Akşam turlarına katılırsanız genelde yemekli oluyor. Akşam parıldayan ışıklar suyun üzerinde adeta dans ediyor. Bu ışık şöleni eşliğinde akşam turları oldukça romantik oluyor.
Ben tekne turunu gündüz tercih ettim. Gündüz de manzaranın tadını fazlasıyla çıkarıyorsunuz. Birbirinden güzel taş köprülerin altından geçerek Parlamento Binası’nın önünden usulca süzülüyorsunuz.
Nehrin ortasında küçük bir ada olan Margaret Adası 2,5 kilometre uzunluğunda ve 500 metre genişliğinde. Budapeşte halkı için dinlenme alanı gibi. Spor ve yürüyüş yapmak için keyifli bir yer. Aynı zamanda açık hava tiyatrosu, konserler ve çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Burayı rotanıza eklemenizi tavsiye ederim.
ZİNCİRLİ KÖPRÜ

Tuna’yı keşfettikten sonra, Tuna’nın üzerinde tüm ihtişamıyla duran hatta, bir mühendislik harikası denilen köprüye sıra geldi. Zincirli Köprü,375 metre boyunda, 14,5 metre genişliğinde asma bir köprü. İskoç mühendis Adam CLARK tarafından inşa edilmiş. Köprü 1845 yılında açılmış. Bir çok film ve klipte de yer almış.
Köprünün giriş kısmında sağda ve solda olmak üzere iki aslan heykeli bizi karşılıyor. Bir efsaneye göre, küçük bir çocuğun “Bu aslanların dilleri yok.” dediğini okumuştum. Yine okuduğum başka bir kaynakta aslanların dillerinin olduğu ve sadece görünmediği yazıyordu. Ben o küçük çocuğa katılıyorum. Dilin göründüğüne dair somut bir görüntü yok, o halde bana göre de aslanların dili yok. Dillerinin olmaması büyük bir ustalıkla yapılmış olmasına tabii ki gölge düşüremeyecek güzellikte.

Macaristan’ın tarihine büyük ölçüde tanıklık etmiş olan bu köprü, 2.Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından tahrip edilmiş fakat savaş sonrası yeniden inşa edilerek Budapeşte halkının vazgeçilmez bir parçası ve herkesin gözde bir rotası olarak yer almakta.
Köprünün üzerinde, kartpostal güzelliğinde fotoğraflar çekmek için hazır olun. Çünkü inanılmaz kareler yakalayacaksınız. Ayrıca gece ışıklandırılmış halini de mutlaka görmenizi tavsiye ederim.
Zincirli Köprü’den geçtiğimde, ilk olarak uzunca bir kuyruk gördüm. Bu kuyruk merakla görmeyi beklediğim Buda Kalesi’nin füniküler kuyruğuydu. İnanılmaz sıcak bir gündü ve o sıcakta, o kadar yukarıya çıkacağımdan şüpheli olduğum için, o uzun kuyruğun arasında kendimi buluverdim. Sonradan anladım ki fünikülere hiç gerek yok. Aslında Buda Kalesi’ne gezerek, arada dinlenip fotoğraf molaları vererek çıkılabilirmiş.

Füniküler bileti de dahil olmak üzere tüm biletleri on-line almanız mümkün. Hem zaman kaybetmiyorsunuz hem de uzun sıraları beklemiyorsunuz. Yukarıya çıktığımda Buda’dan görünen manzara muazzam güzellikteydi. Tuna’yı ve Peşte tarafını da yukarıdan panoramik olarak görebiliyorsunuz. Kartpostallarda ve tanıtımlarda kullanılan görüntüler çıplak gözle çok daha güzel ve hiçbir cam ekranın bunu yansıtabileceğini düşünmüyorum.
Bunca sıcağın bir sebebi olmalıydı… Kaleye çıktığımda hatta fünikülerden iner inmez gökyüzü kapandı ve “Yok artık yağmur yağacak, olamaz.” dedi iç sesim. Bembeyaz elbisemle inanılmaz fotoğraflar çekmek için sabırsızlanan benim için bu durum olacak şey değildi. Birkaç fotoğraftan sonra inanılmaz bir sağanak yağmur şöleni başladı. Onca insan Kraliyet Sarayı’na birkaç saniyede doldu. Saraya da bu şekilde giriş yapmış oldum. Yağmurun dinmesini bekliyordu herkes bir an önce. Hiç dinmeyecek gibiydi.
Madem bir süre buradayız, kulaklıkla müzik dinleyeyim ve manzaranın keyfini çıkarayım dedim. Ve müziğin etkisiyle aklımda deli fikirler belirdi! Acaba, çıksam bu çatının altından meydana doğru ilerleyip dans etsem nasıl olur? Acaba diğerleri de cesaret edip benimle yağmur altında dans ederler mi ve nasıl bir görüntü oluştururuz meydanda?

Ben bu sefer cesaret edemedim. Fakat bundan sonraki bir gezide eğer yağmura denk gelirsem, o sahneyi size uzun uzun yazacağım, bu bir söz olsun!
Ve yağmur dinmese de hafiflediği için çıktım. Çünkü vaktim kıymetliydi. Islanmaya razı olarak devam ettim. Bu saray tam bir kompleksti. Buda Kalesi çevresi ile birlikte UNESCO Dünya Kültür Mirası’nda olmayı hak eden bir yer. Peşte kısmına göre Buda Kalesi ve civarı daha sakin bir bölge. Bugün Kraliyet Sarayı, Tarih Müzesi, Macar Ulusal Galerisi olarak kullanılıyor. Sarayın bir kısmında inşaat devam ediyor. Ben tek tek burada müzelere girmedim. Çevresi de yeterince güzel ve mutlaka görülmeye değer
MATTHİAS KİLİSESİ


Kale ve saraydan ilerleyince karşıma tüm güzelliği ile Matthias Kilisesi çıktı. Güzeller güzeli bir Katolik kilisesi. Kilise girişi ücretli. Özellikle Zsolnay seramikleri ile kaplı renkli çatısı göz alıcı. İlk dikkatinizi çatısı çekiyor. Sonrasında Gotik detaylı Çan Kulesi. Ben gittiğim gün bir düğüne denk geldim ve içeriyi gezemedim. Özel törenlere ve bir düğüne denk gelirseniz dışarıdan gözlemlemek durumunda kalabilirsiniz. Dış mimari o kadar güzel ki zaten gözlerinizi alamayacaksınız.

Osmanlıların Buda’yı fethi sırasında şehrin yağmalanacağından korkan Macarlar Meryem Heykeli’ni kilisenin içinde nişe saklayıp alçılarlar. Osmanlılar şehri alınca, kiliseyi beyaza boyayıp 100 yıla yakın cami olarak kullanırlar. Bir gün başka bir akın sırasında yakında oluşan bir patlama ile heykelin alçısı düşer ve Meryem saklandığı yerden ortaya çıkar. Osmanlı halkı bunu ilahi bir işaret olarak görür ve kiliseyi kullanmaz. Böylece Matthias Kilisesi kan dökülmeden alınan tek yer olur.


Hemen yanındaki meydanda o gün Macar-Türk Kültür Yılı Festivali’ne denk gelmek de çok güzel bir tesadüftü. Türk sanatçılarımız için stantlar hazırlanmış ve bizim kültürümüzün tanıtımı yapılıyordu. Seramik, ebru ve birçok sanat dalı… Kültürümüzün, turistlerin dikkatini çekip bunlarla ilgilenmelerine çok sevindim. Hatta bir ara Türk sanatçılar kurulan sahnede şarkılar söyledi. Şarkılara katılmak, birlikte söylemek hiç zor olmadı.
O arada mis gibi kokular geldi burnuma ve bu hiç yabancı olmadığım bir kokuydu. Bana göre kahvaltıda mayalı hamurdan annelerimizin yaptığı pişi, Macarlara göre langoz. Biraz büyükçe yapıyorlar. İsterseniz üzerine yoğurt, keçi peyniri, roka ya da tavuklu garnitürlerden koyuyorlar. Ben sadesini, yoğurtlu ve peynirlisini denedim. Güzeldi fakat bu kadar ünlü olabilecek bir şey değildi benim için. Sadece gerçekten her şeyin en güzel şekilde reklamını yapmayı biliyorlar diyebilirim, bizim ülkemizin dışındaki birçok ülkede olduğu gibi.
BALIKÇI TABYASI (FISHERMAN’S BASTION)

Matthias Kilisesi ve Balıkçı Tabyası zaten birbirinin yanında ve birbirlerine çok yakınlar.
Budapeşte’nin en iyi bilinen tarihi eserlerinden birisi.
Balıkçı Tabyası, zamansız bir peri masalı gibi Tuna’yı izliyor sanki. Fisherman’s Kuleleri’nin kemerleri ve terası oldukça büyüleyici. Orta Çağ görünümündeki tabya neo gotik ve neo romanesk mimarı tarzında inşa edilmiş. Efsaneye göre Balıkçı Tabyası orta çağda şehir surlarının bu bölümünü savunan balıkçılardan adını almış. Balıkçı Tabyası’nın en çarpıcı özelliklerinden biri, her biri gökyüzüne uzanan yedi kulesidir. Bu kuleler ulusun temelini atan yedi Macar reisini simgeliyor. Ve bu tabya fotoğraf çekimleri için muhteşem bir fon görevi görüyor. Yine tabyadan Parlamento Binası inanılmaz güzel görünüyor. Tabyanın terasından şehre bakarken tüm güzelliği içinize çekip görüntüyü zihninize kaydedin, derim.




Tabyanın kemerlerinin hemen altında bulunan kafe-restaurantta dinlenme molası ve gulaşı deneme zamanı gelmişti. Gulaş içinde büyük et ve patates parçalarının olduğu ekşili ve sulu bir yemek çeşidiydi. Bu tat, bizim alışık olduğumuz bir tat olduğu için yabancılık çekmedim. Sonrasında, kafenin spesiyali olan cheesecake ve içeceğimle manzaranın tadını çıkarmaya devam ettim.
Tabyadan aşağı doğru yürüyerek inmek çok keyifli bir yolculuktu. Füniküler ile çıktığım tepeden serinlemiş havada keyifle yeni yerler keşfederek indim.
GÜL BABA TÜRBESİ

Gül Baba, Fatih Sultan Mehmet döneminde Avrupa’da gerçekleştirilen seferler sırasında Osmanlı Ordusu’na eşlik eden bir dervişti. Adında yer alan “Gül” terimi bir derviş olduğunu ve manevi bir rütbeyi işaret ediyor. Gül Baba 1541 yılında Kanuni Sultan Süleyman ve Osmanlı Ordusu ile Budin’e gelmiş ve efsaneye göre 2 Eylül 1541 tarihinde şehrin fethi onuruna düzenlenen Şükran Günü’nde vefat etmiş. Osmanlılar arasında saygın bir derviş olan Gül Baba Macaristan’a defnedilmiş.

Gül Baba Türbesi, Türk tarihi ve Türk Macar dostluğunu simgeliyor. Müze, kafe ve seyir terasından oluşuyor. Yeşillikler ve güller içinde bir tepe. Ayrıca kafesinde Türk Kahvesi de mevcut, deneyebilirsiniz. Türbeye giriş ücretsiz, türbe oldukça temiz ve bakımlı. Müzede Türkçe de konuşan oldukça sevimli bir rehber karşılıyor sizi. Oldukça bilgilendirici bir gezide buluyorsunuz kendinizi. Macarlar tarafından korunup sahip çıkılması çok kıymetli.
150 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalan bu eser, Türkiye ve Macaristan işbirliği ile restore edilmiş.
Ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Mis gül kokularına doyamayacaksınız.
TUNA KIYISINDAKİ AYAKKABILAR (SHOES ON THE DANUBE )

Tuna kıyısında dolaşırken tamamen tesadüf eseri gördüm bu ayakkabıları. Sıra sıra dizilmiş acı dolu ayakkabılar. Yaklaştıkça acının gerçek yüzünü gördüm ve hikayelerini orada o anda öğrendim.
Tuna Nehri’nin kıyısı boyunca dizilmiş demir ayakkabılar, 2.Dünya Savaşı’nda yaşanmış olan katliamların acısını yansıtarak adeta bir utanç anıtı gibi bekliyorlar.
Yaklaşık 80 bin Yahudi, Macaristan’dan Avusturya sınırına kovulmuş ve yaklaşık 20 bin Yahudi, Slav hükümeti tarafından Tuna Nehri boyunca vahşice katledilmiş. Silah zoruyla ayakkabılarını çıkarmaları ve öylece Tuna Nehri’ne atlamaları istenmiş. Nehre atlayanlar vahşice infaz edilmişler. Nehir kenarında bıraktıkları ayakkabılar, katliamın acısını nehir boyunca gözler önüne seriyor. Bu acı durum, Macaristan’da yaşayan ünlü yönetmen Can TOGAY ve Heykeltraş Gyula tarafından ölümsüzleştirilmiş.

60 çift ayakkabı içinde erkek, kadın ve en acısı çocukların da ayakkabıları var. Bu ayakkabılar, sadece bir nesne değil, onlar birer şahit, birer çığlık. Kimisi zarif bir kadın topuğu, kimisi yıpranmış bir erkek ayakkabısı. Bu ayakkabılar dünya üzerindeki her vicdanlı kalpte yerini bulmalı. Çünkü unutmamak, bir daha asla yaşanmaması için büyük bir adım. Acılar unutulmasın, tekrarlanmasın diye yapılan bu ayakkabılar, bugün 2024 yılında, kimileri için bir şey ifade etmemekte ve acıyı hissettirmemektedirler ki, hala savaş, hala çocuk ölümleri var ve dünya sessizce dinliyor. Dünya bir kez daha unutmayı seçiyor.
NEW YORK CAFE

Hüzünlü bir konuyu şimdilik geride bırakarak, Budapeşte’de zamanın aktığı yerlerden New York Cafe’ye doğru yola çıktım. New York Cafe’nin güzelliği ile bulutlar biraz da olsa dağıldı.


New York Cafe, sadece bir kafe değil, her şeyin ötesinde inanılmaz mimarisi ile loş ışıkları duvarlarındaki freskler ve piyano melodileri ile inanılmaz zarif ve büyüleyici bir sanat eseri gibiydi. Ayrıca dünyanın en iyi kafeleri arasında gösteriliyor.
Budapeşte gezimin son duraklarından biriydi bu kafe. Dönüş günümü bu kafeye ayırmıştım. Burda vedalaşacaktım bu güzel şehirle. Önündeki sırayı görünce ve uçak saatimi düşününce bir şeyler yapmam gerekiyordu. Giriş için ücret ödeyenler öncelikliydi ve sıra beklemiyorlardı. Çok da hoşuma gitmese de ben bunu yapmak durumunda kaldım. İnanılmaz büyüleyici bu kafe aklımda kalan son yer oldu.



New York Cafe’nin fiyatlarının yüksek olduğunu ve servisin geç geldiğini söyleyenler var. Fakat zaten bunu tahmin ederek gidiyoruz. Özellikle benim gibi cam kenarında bir yer kapmışsanız çok şanslısınız. Canlı piyano ve müzik şöleni çok keyifliydi. Aslında kahve bahane, çünkü sadece etrafı hayranlıkla izleyip, her bir karesinde fotoğraf çektirmek istiyorsunuz. Siparişler de gayet lezzetliydi ve hızlı geldi. Şanslı günümdeydim.
New York Cafe’den çıkıp biraz ilerlediğimde büyük bir meydana geldim. Burası hediyelik stantlarla panayır şeklinde düzenlenmiş.

Macaristan’ın porselenleri ve tahta bebekleri çok ünlü. Hediyelik olarak genelde tercih edilen ürünler bunlar. Burada birçok şey el yapımıydı.
Sevdiklerim için de birer küçük hediye almayı da ihmal etmedim.
Tuna Nehri’nin zarifçe şehri ikiye böldüğü, Buda’nın yeşil tepeleri, Peşte’nin o eşsiz enerjisi kalbimde derin izler bıraktı. Parlamento Binası’nın gece ışıklarıyla nehre yansıyan silüeti, köprüleri, tarih kokan sokakları benim için sadece bir yer değil, Budapeşte hafızamda zarif ve büyüleyici güzel bir anı olarak kalacak.
Sayenizde Budapeşte’yi tekrar yaşadım. Harika anlatımınız ve vermiş olduğunuz bilgiler için çok teşekkür ederim. Yolumuza ışık oluyorsunuz