BİR ZAMANLAR HİLTONDA – Bölüm 4
Hilton‘un Derinliklerinde: Oda Servisi Hikayeleri
Her geçen gün bir otelin açılmadığı bir dönemdir 60’lı yıllar. Bu sebeple otelin hem odaları hem de yiyecek ve içecek alanları, banket salonları da her gün yeni bir organizasyon ile doludur Hilton’da… Yıllar içinde ne çok ünlü ağırladık, ne farklı organizasyonlar, düğünler ve davetler verdik, sayısını hatırlayamam. Ancak tabi ki her bir otelcinin anılarında olduğu gibi, benim de anılarımda yer edinmiş, beni etkilediği için hafızamdan çıkmayan olaylar da çok…
Oda Servisinin En Genç Çalışanı…
Oda Servisi (Room Service) benim için transfer olduğum ilk gün itibarıyla enteresan bir yerdi. 417 odası olan otelin hemen hemen yarısı günlük olarak sipariş verirdi. (Oda sayısı, yıllar sonra ek binanın yapılması ile 517’ye çıktı.)
Günlük hengame ve misafirlerin tahammül edemeyeceği hareketlilik ve yoğun bir tempo ile çalışır bir otelin arka koridorları ve de mutfak alanları. Kahvaltı tepsilerinin ve arabalarının hazırlanıp odalara gönderilmesi ile başlayan hareketlilik, öğlen ve özellikle akşam saatlerinde istenilen yemek siparişleri ve de içki siparişleri ile artar ve o büyük binada oda servisi alanından odaya kadar olan, zamanla yarıştığınız süreç başlardı. Tam bir olaydı. Sistem meselesiydi.
Gece vardiyasının tüm otelin oda katlarında gezmesi ve kapılara asılı kahvaltı sipariş taleplerini toplaması ile başlardı bir gün sonraki süreç. Bu siparişler, misafirlerin oda servisi istedikleri saatlere göre de sıralanırdı. Tepsi (veya araba), misafirin istediği tam saatinde odanın kapısında olmalıydı.
Benim transfer olduğum dönemde, Room Service sorumlusu lakabı da ‘Deli Süleyman’ olan Head Waiter Süleyman Bozkuş idi. Yardımcısı Captain Necmi Yüksel – ki aynı zamanda sendika temsilcisi idi – ve bölümün bel kemiği olan, siparişleri almakla ve misafir ile temas etmekle sorumlu olan Order Taker İdris Eminli, Oda Servisi biriminin en önemli figürlerindendi.
Kahvaltıların ‘As Solisti’ garson Osman Bostancı, hem tüm mutfağı neşeye boğan şarkılarını söyler hem de mutfakta oda servisine ayrılan koridorda, sipariş saatlerine göre bütün servisleri hazırlatırdı. Standardımız, tek kişilik servislerin tepsilerde, iki kişiliklerin ise oda servisi arabalarında hazırlanması şeklindeydi. Bu tepsi ve arabalar, misafirlerin isteklerine ve siparişlerine göre hazırlanıp, sipariş verilen yemekler de tepsi/arabaya koyulduktan sonra servise yollanırdı.
Dediğim gibi, 417 odanın neredeyse yarısı odaya servis isterdi. Sabah mesaisinde saat 10:00’dan sonra ise table-out dediğimiz koridorlardan veya servis edilmiş odalardan boşların toplanması başlardı. Bu saatlerde katlardan boşlar toplanır ve bulaşıkhanenin olduğu koridor, yoğun trafikte tıkanmış bir cadde veya araba parkı gibi gözükürdü. Bazen asansörün kapısı açılır, içeriden yeni boş araba ile çıkamazdınız; asansör önünün boş arabalar ile doluluğundan dolayı ve siz çıkmaya çalışana kadar da kapı kapanır ve bir sonraki kata ‘çekilirdiniz.’
Hasılı, zor bir işti; zamanla da yarışıyordunuz. Kirliler bulaşıkhaneye boşaltılır, tabaklar tiplerine göre bulaşıkhaneye bırakılır, çatal bıçaklar kirli basketine, bardaklar ise yine cinslerine göre baskete bırakılırdı. Yemek boşları kirli kovasına sıyrılırdı tek tek. Sonra tepsiler ve oda servisi masaları temizlenir, örtüler de örtü arabasına atılırdı. Oda Servisinde çalışmaya başlayınca daha kolay olacağını zannetmiştim ama fiziki eforu yüksek bir işti, bu da restoranın ayrı zorluğu, buranın da ayrı zorluğu varmış yani. Bunu da öğrenmiş oldum burada. Kendimi telkin etmekte iyiydim, ‘zor ama başaracağım, sızlanmayacağım’ diyordum kendi kendime. Öğlene doğru kahvaltı yoğunluğu biter ve kısacık bir dinlenme süresi sonrası da öğlen yemeği saatleri için hazırlıklar başlardı.
Ben biraz piştikten ve sistemi de kavradıktan bir süre sonra beni akşam vardiyasına da yazmaya başladılar. Gün geçtikçe alışıyordum. Room Service personeli genelde restoranda veya diğer bölümlerde pek başarılı olamayan, belli bir yaşa geldikten sonra gençlerin yolunu açmak için diğer bölümlerden buraya transfer edilen personelden oluşuyordu ve ortalama yaş ortalaması 40 civarıydı. Bölümde komi olarak da benim transfer edildiğim zamanlara denk gelen dönemde işe başlamış birkaç genç ve ‘yıllanmış’ 2-3 yıllık komiler vardı.
Şadırvan Geceleri
Room Service’in solundaki koridorun sonunda Şadırvan gece kulübü (Şadırvan Supper Club) vardı. Sadece akşam servisine açılıyordu. Akşam vardiyasında çalışırken, Şadırvan personelinin arka koridorlara, mutfağa ve bulaşıkhaneye girip çıkmaları esnasında, servis kapıları açıldıkça içeriden harika müzik sesleri geliyordu. Merakımdan gidip bir kafayı sokup bakmak istiyordum ama korkuyordum, gören birinden laf yerim diye. Oradaki komiler, benim transfer edilmeden önce restoranda giydiğim gibi lacivert ceket lacivert pantolon giyiyordu. Biz Room Service komileri ise beyaz ceket ve lacivert pantolon giyiyorduk. Yani bu üstümdeki beyaz ceketle içeri girsem hemen fark edilirdim. Bir akşam içeride yemekte Alman artist Horst Buchholz’un Şadırvan’da yemekte olduğunu duydum. Horst Buchholz, (***) filmlerini sinemaya geldikçe seyrettiğim ve sevdiğim bir artistti. ‘İstanbul’daki Adam’ filminde oynamıştı ve bana göre süper bir ajan filmiydi. Ne yapıp ne edip bu hayran olduğum artisti yakından görmek istiyordum.
Bütün cesaretimi topladım, Şadırvan’ın servis kapısına yaklaştım. O ara kapıdan Şadırvan’ın Captain’i Sedat Güven çıktı, mutfak koridoruna girdi. Bir de bana ters ters baktı ve “Nereye gidiyorsun bakalım sen?” dedi… Telaşa kapıldım. O dönemler şefler serttiler. “Efendim” dedim, “Horst Buchholz’un hayranıyım da burada olduğunu duydum, şöyle bir girip içeriye görmek istemiştim.” Şef Sedat bir anda parladı, gürledi: “Defol git çocuk, burası Taksim Parkı mı da elini kolunu sallayarak içeri girip bir de adamı seyredeceksin?” ve beni kovdu.
Üzgün ve süklüm püklüm kendi alanım olan oda servisine doğru seke seke kaçarken yine Maitre D’hôtel Mr. Lehmann’a yakalandım. Sevmiş adam demek beni ve bir şeylerin de ters gittiğini anladığından, yüzüme bakıp “What Happened?” dedi. O zamanlarki kırık dökük İngilizcemle derdimi anlattım. “Horst Buchholz’u görmek isterdim, beni salona almadılar.” “Come with me” dedi ve tuttu kolumdan Şadırvan’a götürdü. Bu salona hiç akşam servisi hazırlandıktan sonra girmemiştim. Ve salonun kapısından içeri adımımı attığımda… büyülenmiştim! Çok güzeldi, loş ışıklar… Masalarda yanan mumlar ve dans eden ışıkları… Canlı müzik, orkestrası… Her yere bakıyordum…
Götürdü beni Horst Buchholz’un masasına… Almanca bir şeyler konuştular, güldüler. Sonradan öğrendim, bunlar çok yakın arkadaşmışlar. Aynı okulda okumuşlar, biri garson olmuş, diğeri de figüran… Biri sonunda Maitre D’hôtel olup otellerde çalışmış, diğeri de toplam kariyerinde 70’den fazla filmde oynamış…
Horst bir şeyler söyledi, anlamadım ama gülümseyerek kafamı salladım. Mr. Lehmann beni salondan çıkardı sonra… Ama utanmıştım çünkü Captain Sedat Güven beni uzaktan kötü kötü süzüyordu. Çıkarken koridora, Mr. Lehmann yarın öğlen 12:00’de ofisime gel dedi. Biraz telaşlandım ama “Yes Sir” dedim. Ertesi gün 12:00’de ofisine gittim, beni aldı Horst’un odasına çıkardı. Sözde muhabbet ettik, söylenenlerin çoğunu anlamıyordum, ben sadece balkondan karşı kıyıyı gösterip “That part of Istanbul is Asia” dedim ve “Biz şimdi Avrupa’dayız” dedim. Gülüştüler, biraz sohbet ettiler ve çıktık.
Asansörle inerken kırık dökük İngilizcemle Şadırvan’da çalışmak istediğimi söyledim. Güldü. On gün sonra bir memorandum geldi Oda Servisi ofisine… Şadırvan’a transfer olmuştum.