
Jirayr Zagikyan Bir Zamanlar Hilton’da Bölüm 12
Anılar, yazımın yeni bölümüne başlamadan evvel, gündem haberleri arasında görmüş olduğum Armin Zerunyan’ın Hilton’dan ayrılacağı haberi üzerine birkaç cümle yazmak istedim.
Armin, 42 yıllık Hilton serüveninin bittiğini belirterek, Hilton Türkiye Genel Müdürlüğünü bıraktığını yazmış. Ben de kendisine bundan sonraki yaşamında başarılar ve mutluluklar dilerim. Gerçi bizim gibiler, bitti dediğinde bile otelcilik kariyeri tam olarak bitmez…
Armin’le birlikte birebir hiç çalışmadım… Kendisini ilk tanımam, benim Roof’ta yöneticilik yaptığım yıllarda, Armin’in Balo Salonunda staj döneminde komilik yaptığı zamanlarda olmuştur… Onu daha öncesinde ismen tanımam ise daha farklı bir tesadüf sebebiyledir…

Oğlum da lise olarak otelcilik okulunu istemişti ve ben pek arzu etmiyordum çünkü kendi deneyimlerimle tecrübe ettiğim üzere, otelcilik zor bir işti ve yıpratıcıydı… Ama ısrarla baba mesleğine olan ilgisini belli edince, Özel Altunizade Otelcilik ve Turizm Lisesine kaydını yaptırdık sonunda… Hatırladığım kadarıyla Armin de aynı okuldan mezundu. Oğlumun okuduğu yıllarda, bir gün okulu ziyaret etmiştim ve Armin’in resmini okul girişindeki duvarda görmüştüm. Oğlumun okuduğu dönemden bir önceki dönemde yüksek başarı ile mezun olanların resimlerini duvara asmışlardı ve Armin de onların arasındaydı… Ne demişler, “Adam olacak çocuk…”
Get Together Organizasyonu
Yıllar önce, otelde maliyet kontrolörü olarak çalışıp emekli olan Emre isminde bir arkadaşımız bir etkinlik düzenlemişti ve ismini “Get together” koymuştu… Bu benim organize ettiğim “Hilton’lular buluşması tarzı bir etkinlikti.”
Hilton’dan emekli olan arkadaşlar için bir öğle yemeği partisi şeklindeydi ve ben de katılmıştım. Açık büfe yemekli bir organizasyondu ve Hilton’da Balo Salonunun önündeki bahçe alanında oluşturulan bir restoranda hazırlanmışlardı. Armin de oradaydı…
Alanı ilk gördüğümde bu şekilde değerlendirmiş olma fikirlerini güzel bir fikir diye düşündüm, ama sonradan öğrendim ki işletme Hilton’a ait değildi. Convention Center diye isimlendirilen otelin konferanslar ve davetler için kullandığı ek binanın altında kiracı olarak bulunan Dragon Çin lokantasının işletmecileri olan Kıbrıslı firmaya bahçedeki restoranı da kiraya vermiş olduklarını, çalışan personelin Hilton bünyesinde olmadıklarını, Dragon Restaurant personeli olduklarını öğrendim böylece… Konuştuğum ve o dönemde halen otelde çalışmaya devam eden arkadaşlar ise “bu daha başlangıç” dediler… Daha sonra dönem dönem aldığım bilgilere göre Roof Rotisserie de aynı firmaya kiraya verildi, orayı da Arap lokantası olarak işletmeye başladılar.
Pek uğramıyordum otele ama meşhur Lalezar barın olduğu yer de kebapçı oldu diye duymuştum. Roof Rotisserie’nin karşısındaki salonu da – yani benim hatıralarımda önceden Roof Bar olan, sonradan Cloud 9 olan en sonunda da Altın Kubbe olan salonu da odalara ilave edip oda sayısını artırdıklarını duymuştum.
Kanımca bütün bunlar otelin bizim dönemimizde mal sahibi olan Emekli Sandığından, Aydın Doğan Bey’in Doğan Holding’ine satılması sonrasında alınan ticari ve kâr amaçlı kararları ile ve dünyadaki trendlerin, yiyecek ve içecek servislerinin otellerde ek bir külfet olarak görülmesiyle paralel, Hilton yönetiminin de farklı kararlar vermesi sebebi ile olmaya başladı.
Daha az kadrolu personel çalıştırıp, daha az masraflı sözleşmeli veya ekstra personelle işi bitirmek mantığı ile hareket edilmiş olabilir diye düşünüyorum…
Aslında şunu anlıyorum… Bu, günümüzün otel işletmeciliği anlayışı… Ama tabii ki hizmet kalitesi (özellikle yiyecek ve içecek servisinde), otelin markasının itibarı, şanı, şöhreti artık çok önemli değil, kabul edilebilir ölçülerde bir hizmet vererek, otelde birkaç gece geçiren misafirlerin beklentilerini karşılamak, maliyetleri de dengede tutup mal sahibi firmaya kısa dönem için de olsa kâr göstermek yeterli… Ama bizim gibi eski usulde bu işi öğrenmiş olanlar için de bir o kadar üzücü… İşte bu sebeple de piyasada her geçen gün deneyimli personel ve yönetici sayısında azalma var…
Geçenlerde eşim ve oğlumla Kozyatağı Hilton’a gitmiştik. Lobby’deki teras bölümünde oturup bir kahve içelim dedik. Terasa girdiğimizde ne yer gösteren oldu ne bir hoş geldiniz diyen… Bir masa seçip oturduk. Uzun bir bekleyişten sonra bayan bir servis elemanı geldi. Siparişlerimizi verdik. Yine uzun bir bekleyişten sonra da kahvelerimizi getirdi ve bir daha masamıza uğramadı.
Kültablamız ağzına kadar doldu… Bir süre sonra başka bir bayan servis elemanı geldi ve kültablamızı değiştirip başka bir arzumuzun olup olmadığını sordu. Biz de birer kahve daha söyledik. Bu sefer gelen kahvelerde kurabiye ikramı da vardı… Bir öncekinde nedense yoktu… O servis elemanını da bir daha görmedik. Çok iş vardı desem… yoktu… Belki üç masa en fazla…
Kalktık… İçeride barın içinde aynı kız, Lobby’deki masalarda da oturan müşteriler olduğunu gördüm. Tek bir kız hem bara bakıyor, hem vitrinden tatlı siparişlerini alıyor, hem içeri hem de dışarı servis etmeye çalışıyor. Yani terasa neden gelemiyor, gayet anlaşılabilir bir durum. Hesabı ödedik. O esnada lobby’deki reklam afişlerinden tanınmış bir şarkıcının oradaki barda programı olduğunu öğrendik. Görevlilerden biriyle konuşurken, lobby bar ve kahvaltı restoranı hariç hemen hemen tüm işletmelerin dış firmaya kiralanmış olduğunu, otel tarafından direkt olarak işletilmediğini söyledi…
Demek günümüzde sistem artık böyle… Biz anılarımıza devam edelim artık…
Palto Kardeşi
Roof Rotisserie ekibimiz çok tecrübeli ve iyiydi. Benim idare ettiğim yıllarda misafirlerimiz her geçen gün artıyor ve çeşitleniyordu. Hatta banket ofisi ile yarışırcasına, karşımızdaki salonda da davetler vermeye başlamıştık.
Bir akşam müdavim misafirlerimizden, şu an ne iş ile meşgul olduğunu hatırlayamadığım Turgay Bey eşiyle geldiler. Vestiyere paltosunu bırakmak için biraz bekledi… Sonra geldi “yahu vestiyerde kimse yok” dedi. Baktım vestiyere bakan hanım yerinde yoktu. “Oraya bırakın gelince alır içeri asar Turgay Bey” dedim. Geçtiler yemeğe…
Karşı salonda da bir davet vardı. Yemekten sonra giderlerken vestiyere uğradılar ve biraz bekleyişten, sağa sola bakıştan sonra geldi yanıma “yahu paltom yok” dedi. Tahminimce karşı davetten çıkan biri herhalde bankonun üzerindeki paltoyu alıp gitmişti. “Tamam, çok özür dilerim benim hatam, yenisini alın faturayı getirin ben öderim” demiştim. Turgay Bey anlayışlı biri ve “Beymen’den almıştım” dedi biraz imalı bir şekilde, fiyatın yüksek gelip gelmeyeceğini ölçmek için. “Fark etmez” dedim.
Bir hafta sonra geldi, faturayı çıkardı bana verdi şöyle bir beni süzerek… Baktım gerçekten de oldukça pahalıydı palto… Ben “tamam siz yemeğe geçin çıkarken ödemenizi de yaparım” demiştim. Çıkarken hazırladığım parayı bir zarf içinde kendisine takdim ettim. Sarıldı yanaklarımdan öptü, “yahu ben sana kıyar mıyım” dedi, bir de vestiyere bıraktığı poşeti bana uzattı, “aynısından sana da aldım, artık biz palto kardeşiyiz” dedi.
Kasa Hep Kazanır
Zihnimdeki anılar arşivini kurcalarken aklıma çok da fazla anımın olmadığı bir bey geldi. Çok fazla bağlantılı olmamasına rağmen, kısa bir hikâye olarak onu da arada yazmak istedim…
Lobby beş çayını da her gün denetler ve yoğunlukta bir süre orada kalırdım. Sürekli gelen konuklarımız vardı. Mesela, bir Hüseyin Bey vardı. Halde kabzımal idi. Dişiyle tırnağıyla bir yerlere gelenlerdendi… İşe hamallıkla başlamış, seneler içinde işlerini geliştirmiş ve kabzımal olmuştu. Geçmiş hayatının izlerini fiziki olarak da biraz taşırdı… Sırtı hafiften kamburlaşmıştı.
Bir gün beni usulca yanına çağırdı. “Casino’da bütün paramı kaybettim, bana biraz borç verebilir misin” dedi. Anladım ki böyle bir alışkanlığı var. Ama üzüldüm de, “olur” dedim. Ne kadar ihtiyacı olduğunu sordum ve istediği meblağı, tıptan (bahşiş) kendime avans çekip verdim. Ertesi gün getirdi paramı ve “Ben bir daha gitmeyeceğim bu lanet yere“ dedi. Ama tekrar tekrar gitti ve hep kaybetti… Ne demişler… Kasa hep kazanır…
Şarabın Mantarı
Şimdi isimlerini unuttuğum doğu kökenli bir aile mensupları arada bir otele yemeğe gelirlerdi… Sanırım ilerleyen yıllarda Sheraton otelini de satın almışlardı. Ailenin genç üyelerinden biri o günlerin film ve müzik dünyasından tanınmış ünlülerle sıkça yemeğe gelirdi. Yine öyle günlerden birinde, masaya şarap sipariş etmişti. Şarabını da o günlerde sommelier’imiz olan Cemal Atacan servis etmişti. Tadilattan sonraki açılışımıza gelen eğitmen Giovanni’nin eğitimi sırasında şarap servisi eğitiminde şarabı açtıktan sonra mantarı üzerine peçete konmuş bir tabakla masanın patronu kabul edilen kişiye sunması ile ilgili bir eğitimi verilmişti, bu sisteme göre misafir mantarı koklayıp şarabı onaylayacaktı ve ondan sonra servise başlanacaktı. Cemal de bu prosedürü uygulamış ve mantarı adamın önüne bırakmış. Adam şaşırıp ters ters bakmış ama hiçbir şey de söylememiş.
Ertesi gün Lobby’de aynı misafir beni görünce çağırdı, yanına gittim. Cebinden bir gece önce içtiği şişenin mantarını çıkardı. “Bu nedir” dedi. Ben de şarap mantarı olduğunu söyledim. “Onu anladım, dün akşam senin şarapçın bu mantarı bana verip ne demek istedi, münasip bir yerine… mu demek istedi” benzeri birtakım ağır sözler de ilave etti. Ben kendisini sakinleştirerek konuyu, ve şarap servis sistemini izah ettim, mantarı koklayıp şarabı onaylaması için bir kural olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu sefer de kendini düşürdüğü durumu anlayıp gülmeye başladı… “Ya ben de bana hakaret ettiğini sanıp neredeyse ters bir hareket yapacaktım” dedi. Bu konunun gündeme gelmesi üzerine bu tarz olayların daha da fazlalaşabileceğini düşünerek bu servis uygulamasını kaldırdım.
Önce Hiyerarşik Düzen
Gene bir gün, Lobby’deki beş çayı kontrolünü bitirdikten sonra restorana çıktım ve ekip akşam servisi için hazırlıklarını tamamlamaktaydı. Roof Rotisserie arkasında bulunan Fatih 2 salonunun kapısının açık olduğunu fark ettim ve içeriden hararetli sesler, bağrışmalar gelmekteydi.
Orada bulunanlara arka tarafta ne olduğunu sordum, çünkü içeriden Maitre D’hotel İsmail Özkılıç’ın da sesi geliyordu. Ekipten biri “Demet’i fena azarlıyor” dedi. Demet aramıza katılan yeni kızlarımızdan biriydi. Ben de içeri girdim ve İsmail’e konunun ne ile alakalı olduğunu sordum. İsmail çok hırçın bir karakterdi. “Kıza söyle kendi isteğiyle ayrılsın yoksa ben kovacağım” diyordu. Sakince sebebini tekrar sordum. Konu özetle şu idi: Müdavim misafirlerimizden Emin Hattat Bey Demet’e para vermiş ve “kızım ben hesabı öderken gereken bahşişi bıraktım, bu parayı da senin şahsına veriyorum, bir ihtiyacın için kullan” demiş ve Demet de yeni olduğu için, sistemi çok iyi de bilmediğinden almış parayı cebine koymuş. Bunu gören diğer komilerimizden biri de konuyu İsmail’e söylemiş. İsmail de kızı kovmaya karar vermiş… Demet’e “salona geç işine devam et” dedim. İsmail ise bu tavrıma şaşırmıştı ve “Sen ne yapıyorsun” dedi gözleri parlayarak. Benim tavrım ise oldukça soğukkanlı bir şekilde devam etmekteydi… “Öncelikle bu ispiyonu yapan vatandaşı buradan al başka bir bölüme ver” dedim ve devam ettim “bu, buranın sorumlusu ben olduğum halde böyle bir olayı bana söylemeyip sana yetiştirdiği için ve hiyerarşik düzeni bozduğu için ona bir ceza… Ayrıca bu kızcağız daha çocuk ve doğruyu, yanlışı burada biz öğreteceğiz, her yeni geleni bir şeyler öğretmeye çalışmadan ilk hatasında kovarsak bu bizi nasıl bir yönetici yapar” dedim. Aslında anlamıştı hatasını ama biraz daha itiraz etti ve sonra “haklısın komiser” dedi. (Daha önceki yazılarımdan da hatırlarsınız, İsmail Özkılıç iyi arkadaşımdı ve hep birbirimizi desteklemiştik kariyerimiz süresince ve bana hep komiser diye hitap ederdi).
Eğitmenin Eğitimi Kursları
Otelde eğitim çalışmaları hiç bitmiyordu. Mr. Graig Delin eğitim müdürü olarak otelde görev yapmaya başlamıştı. Önce “Train the trainer” (Eğitmen eğitimi) kursları başladı. Bu eğitimin amacı, tüm bölümlerden eğitimcilerin, eğitim verme teknikleri ile yetiştirilmesi ve bu yetiştirilen eğitimcilerin de kendi bölümlerinde bu teknikleri kullanarak, ihtisas sahibi oldukları konularda eğitim vermeleri idi. Ardından da “Cross training” (Çapraz Eğitim) kurslarımız başladı. Burada da amaç bölümler arası eğitim programlarının yapılması idi. Örneklemek gerekirse personel müdürü bir süre ön büroda çalışıp ön büro eğitimi alıyor, daha sonra yiyecek ve içecek bölümlerinin eğitimi için mutfak ve restoranlarda eğitim alıyor ve keza, diğer yöneticiler de kısa süreli eğitim kurslarını diğer birimlerde alıyorlardı.
O dönemdeki personel müdürü (ismini tam anımsayamıyorum) restoran eğitimine gönderilmişti. Kendisine bir garson kıyafeti vermiştik ve servis eğitimi almaktaydı… O günlerde somon füme revaçta olan bir üründü ve çokça satışı yapılmaktaydı. Temizlenmiş bütün somon füme salonda sergileniyor, arzu eden konuklara uzun bir bıçakla enlemesine ipince dilimler halinde servis ediliyordu. Ben ise, ne kadar uğraşırsam uğraşayım, tam olması gereken sürede ve incelikte bu kesim işini becerememekteydim… Ama eğitime gelen personel müdürümüz – daha önce servis personeli olmamış olmasına rağmen, mükemmel bir şekilde bu kesim işini tam gerektiği gibi yapabiliyordu.
Eski Şef’in Komplosu
Eski şeflerimiz Orhan Yesin emekliliğinden sonra daha önceleri sıkça yemeğe gelen Cem Ofset’in sahibi Oktay Duran Bey arayı bir dönem açmış ve az gelmeye başlamıştı. Eskiden en az ayda iki sefer gelirdi ve geldiklerinde hep aynı masayı ona ayırırdım onlara… Cam kenarında yedi numaralı masa… Uzun bir aradan sonra bir gün telefon edip sekiz kişi geleceklerini söyleyerek masa ayırdı ve akşam geldiler. Misafirler arasında eski şefimiz Orhan Yesin ve eşi de vardı. Menüleri verdik, Orhan Abi’ye yanaşıp “Abi biliyorsun hafta sonu oldukça yoğun. Herkes değişik bir başlangıç yemeği söylerse gecikme olur onun için tavsiye et de başlangıç yemeğini en azından fiksleyelim” dedim. Kafasını şöyle cık cık der gibi sağa sola sallayıp “Siz Roof Rotisserie’siniz, en iyisini yaparsınız” dedi. O anda içimde bir his uyandı. Bir komploya mı kurban gitmek üzereydim?
Anladım… Gerçekten de sabote etmeye gelmişlerdi… Sekiz farklı başlangıç yemeği, soğuk ve sıcak karışık, sekiz değişik ana yemek… Orhan Abi bensiz burası çok kötü olmuştur demeye çalışıyordu sanki.
Tabii salon dolu, mutfak yoğun, süre uzuyor… Aperatif içkileri servis edildi… Baktım huysuzlanıyorlar, garsonları taciz ediyorlar… Aysun Ercan ve orkestrasını masaya yolladım, şov başladı… Konuyu kısaca Aysun’a çıtlatmıştım… Dikkat dağıtmak, zamanın nasıl geçtiğini anlamamalarını sağlamaktı amacım…
Ama olmadı… Bir anda kalktılar, gidiyorlar… Oktay Duran geldi içtikleri içkilerin hesabını istedi. “İstemez, ikramım olsun” dedim, ve normalde yapmadığım bir hamlede daha bulundum: “Bir daha siz de gelmeyin lütfen, size servis vermeyeceğiz, Orhan Bey’in provokasyonuna alet oldunuz” dedim.
Bir ay kadar sonra Roof Rotisserie rezervasyon telefonundan benim istendiğim söylendi ve telefonu açtığımda Oktay Duran telefonun diğer ucundaydı. “Jirayr Bey, cezam bittiyse gelmek istiyorum, masamı ayırabilir misin acaba” dedi. Neticede “guest is guest” (Müşteri müşteridir) prensibi ile yıllardır eğitilmemiş miydik? Bir anlık kibir ile hareket edip konuyu da çok uzatmamak gerekirdi… Barıştık ve Oktay Bey de sıkça restoranı ziyaret etmeye devam etti.
Where is my “Yolluk”
Mr. & Mrs. Bjorgenler otelin sürekli misafirlerindendiler ve uzun dönem otelde konaklamaktaydılar. Mr. Bjorgen sanırım Amerikalı bir devlet görevlisiydi. Gerçekten de çok uzun süre otelde kaldılar. Sadece kısa bir süreliğine otel dışında bir ev tutup taşındılar ama sonrasında tekrar otele dönüp Vista Suite’te kalmaya devam ettiler. Bu süre zarfında, otelden dışarıya taşındıkları sürede bile, her akşam yemeğe gelirlerdi. Bir gün kahvelerini içerken onlara ahududu likörü ikram ettim. Mrs. Bjorgen çok sevmişti bu tadı. Her akşam restorandan ayrılmadan önce “Jirayr where is my ahududu – where is my yolluk” diye bağırırdı. Yolluk kelimesini de ben öğretmiştim ona. Ayaküstü ikram ettiğim ahududu likörünü içip yanaklarımdan öperdi. Bu arada eşi de asansörün önünden “Mrs. Bjorgen” diye bağırırdı her seferinde… Arada kısa süreliğine Amerika’ya gider gelirlerdi. Kızları orada yaşamaya devam etmekteydi. Yine böyle bir gidişlerinde, Mrs. Bjorgen Amerika’dan bir şey isteyip istemediğimi sordu, istemediğimi söyledim ancak ısrar etmeye devam etti. O anda aklıma geldi. O günlerde malum cep telefonu devri başlamamıştı daha ancak evdeki üst komşumuzun telsiz ev telefonu vardı. Bazen bize geldiğinde elinde telefonu ile gelirdi. Bu telefonun Türkiye’de satışı yoktu, sanırım o da Avrupa’dan getirmişti. Kendisinden “Cordless Phone” istedim. Gerçekten de geldiklerinde yanlarında getirmişlerdi bir tane… Ancak Amerika’daki sistem bizim Türkiye’dekine uymadığı için o zamanlar bağlatamadık o telefonu…
Hadi Dans Edelim
Yazları her pazartesi günü restoranı kapatıp havuzbaşına akşam yemeği kurardık ve misafirlerimize hizmeti burada verirdik. Mutfak da dahil bütün ekip havuzbaşında olurdu. Biraz zahmetli bir operasyondu ancak misafirlerin hoşuna gitmekteydi. Havuza masa, iskemle, servis malzemeleri taşımak, tam teşekkülle bir hazırlık yapmak epey yorucu bir işti. Yine bir havuzbaşı gecemizde Bjorgen’ler de gelmişlerdi. Amerika’daki kızları da gelmişti… Genç ve güzel bir kızdı. Onlara yakın bir masada da otelin kuaför salonunu işleten Figaro Mehmet ve Hasan Kazankaya oturuyordu. Onlarla da selamlaşmak için bir ara oradan geçerken Bjorgen’in kızı kalktı, yanıma geldi, beklemediğim bir anda sarıldı, “Let’s Dance” dedi… Şaşırmıştım ama reddedemezdim tabii ki… Otelin o zamanki Genel Müdürü Spichtinger de eşi ve kızıyla yemekteydi. Kaçamazdım, o yüzden dans ettik (!).
Hasan Kazankaya ayağa kalkıp alkışlamaya başladı, “bravo müdür” diye seslenmekteydi de aynı zamanda… Ben ise gülümserken, çevreye bakarken bir yandan da göz ucuyla Genel Müdür’ün masasına bakıyordum. Baktım tebessüm ediyor… Dans bitti, reveranslar yapıldı. Ben de rutin işime döndüm… Masalarının yanlarından geçerken “What happened” dedi Genel Müdür ve ben de “guest is guest” dedim. Eşiyle alkış hareketi yaptılar. Bir zaman sonra Mr. Bjorgen rahatsızlandı ve vefat etti. Çok üzülmüştüm ve hatta Amerikan Konsolosluğu’ndaki cenaze merasimine de gittim. Daha sonra Mrs. Bjorgen ve kızıyla sarılıp ağlaştık ve vedalaştık çünkü Amerika’ya döneceklerdi. Bir süre Noel’de Paskalya’da kartlar yolladık karşılıklı, ama daha sonra temasımız kesildi.
Bizi Limon Gibi Sıkıyorsun
Sürekli gelen başka bir müşterimiz de Türk eşi ve minik kızıyla Mösyö Philip idi… Onlar da otelde kaldıkları sürece restoranıma yemeğe gelirlerdi, çoğu zaman yemekten sonra tatlı olarak “Crepe Suzette” isterlerdi. Masa başında flambe arabası ile yapılan bir tatlıydı ve ısrarla benim hazırlamamı isterlerdi. Önce gümüş tavaya toz şeker koyup, şekeri eritip karamelize ederdim, sonra yarım limonun suyunu sıkar ve sıkılmış yarım limonu çatalla tutup şekeri karıştırıp karameli sulandırırdım. Daha sonra biraz tereyağı ilave edip, portakal suyu ekleyip oluşturduğum sosa önceden hazırlanmış krepleri koyar, içlerine portakal likörü koyup üçgen katlar, nihayetinde de konyak ile alevlendirip servis ederdim. Bir gün tam limonu sıkarken Polaroid makineyle resmimi çekip arkasına da “Bizi limon gibi sıkıyorsun” diye yazıp bana vermişti. Maalesef o resmi bulamıyorum ki sizlerle paylaşayım. Severdim flambe yemekler yapmayı. Garson olduğum zamanlarda da tercih ettiğim yemekler flambe yemeklerdi ve sürekli önerilerimi bu yemekler üzerinden yapardım misafirlerime… Daha önce de anlatmıştım, 12 metre mutfaktan yürüyüp onlarca kiloluk tepsileri taşımaktansa masada yemek yapıp servis etmek daha pratik ve daha az yorucuydu… Coffee Diable (Şeytan Kahvesi) yapardık. Yaptığımız bir şov işiydi aslında. Oysa diğer garsonlar yoğun olduklarında bir flambe siparişi çıkmasından nefret ederlerdi. Dediğim gibi, ben severdim… Menümüzde flambe yemeklerden Pepper Steak, Steak Diana, Karides Flambe ve en çok da tercih edilen flambe domates çorbası bulunurdu. Uzan ailesi de sürekli gelen konuklarımızdandı… Flambe seven müşterilerdendi… Bir dönem sonra işleri bozuldu ve o dönemden sonra gelmemeye başladılar.
Noel Zamanı Hilton Roof Rottisserie

25 Aralık Noel kutlamaları için azınlık grupları salonu doldururdu. Özellikle Ermeni aileler başı çekerdi. Dük Kravatlarının sahibi Gazaros Bey sıkça gelen müşterilerimizdendi ve her gelişinde iki, üç kravat hediye getirirdi. O kadar çok kravatım olmuştu ki her gün değişik kravat takardım o yüzden.
Oslo Kürk Evi’nin sahibi Bedros Bey de sürekli gelenlerdendi. Mağazası Tünel’deydi. Sarmen Bey vardı, Elizabeth Arden kozmetik ürünlerinin sahiplerindendi yanlış hatırlamıyorsam…

Halkla ilişkiler firması olan Ayda Hanım’ın eşi Türk asıllıydı ama eşiyle Noel yemeklerini kaçırmazdı. Bu dönemde, Aysun Ercan ve orkestrası da gece boyu defalarca “Jingle Bell” şarkısını çalarlardı.
Glaxo ilaç firmasının üst düzey yöneticilerinden Vartan Bey güzel sesiyle “O Sole Mio” şarkısını söylerdi… Bu arada Ön Büroda görevli Ersin de bir kadeh viski ikram edersek muhteşem sesiyle mikrofonsuz “My Way” şarkısını söylerdi.
Tabii bu Noel aktivitemizden sonra 31 Aralık akşamı da Hilton klasiği yılbaşı partimiz olurdu. Bu klasik yılbaşı partilerinde o dönemin meşhurlarından kimler yoktu ki? Erol Evgin, Ayten Alpman, Ömür Göksel… Roof Rotisserie’de yılbaşı gecelerinde sahne alanlardan sadece bazılarıydı…
Balo Salonunda da yılbaşı gecesi düzenlenirdi ancak nedense Roof’ta daha çok talep olurdu. Kendi sürekli misafir potansiyelimize ilaveten yeni misafirler de ediniyorduk böyle gecelerde ve bu müşteriler de müdavimler listesine ekleniyordu her geçen yıl…

Bir yılbaşı gecemizde Orhan Boran da sahne almıştı… Gecenin ilerleyen saatlerinde beni sahneye çekmiş, gecenin yıldızının ben olduğumu anons edip alkış istemişti. Bayağı alkış almıştım ama çok utanmıştım…