
Yeni bir yıla daha girdik… Her geçen gün, sektör farklı bir yere doğru evriliyor… Geçmiş ise geleceğe ayna tutan en güzel şey. Bu bağlamda, umarım hikayelerimiz, yeni nesile ve de günümüz otelcilerine bir nebze de olsa ışık tutar ve eski bir Türk filmi seyreder gibi yüzlerine bir tebessüm yayar… Bu bölümde hatıralarımda kalan, kısa kısa hikayecikleri sizler için derledim…
Jirayr Zagikyan Bir Zamanlar Hilton’da Bölüm 13
Hilton Arazisinin Geçmişi

Son günlerde elime geçen bir resim, eski bir anımı hatırlattı. Daha önceki bölümlerde bahsettiğim sıklıkla Roof’ta yemeğe gelen Mehmet Şakir Bey yine bir akşam yemeğinde olduğu bir gün, benimle sohbete başlamıştı. Biraz muzipti. Arada beni de iğnelemeyi severdi. O gün bana: “Bu Hilton arazisi, Divan Oteli’nin bulunduğu yere kadar Ermeni mezarlığıydı eskiden. Sizin ölüleriniz buradan süpürülüp otel olmasına imkan verdik,” dedi ve devam etti. Hatta, “Benim babam da o dönemlerde Belediye Meclis Üyesiymiş, bu uygulama için onun da imzası varmış.”
Ben de aynı nüktedanlıkla ona, “Allah razı olsun, ölülerden bir fayda gelmez; ne iyi düşünmüşler de bu projeyi yapmışlar bakın yüzlerce kişiyede ekmek kapısı açılmış,” dedim. Ardından da nasıl bir tepki vereceğini tahmin ettiğimden, “Aslında Zincirlikuyu Mezarlığı için de böyle bir proje olduğunu duydum, keşke orada da bir düzenleme yaptıklarında böyle güzel bir otel inşa etseler de insanlara yeni bir ekmek kapısı açılsa” dedim.
“Olmaz öyle şey! Kimden duydun, böyle bir proje mi varmış gerçekten” diye parladı. “Bizim aile kabristanımız orada ya, nasıl olur” dedi. Tabii, daha sonra şaka yaptığımı anladı.
Elime geçen resim, o mezarlıkla ilgiliydi. Mezarlığın içinde bir de kilise varmış ve avlu kısmında kutsal bir kişinin mezarı bulunuyormuş. O mezar, şu anda Galatasaray’daki Üç Horan Ermeni Kilisesi yerleşkesinde imiş.
Mithat Boyner ile Karavan Pavyonu & Macar Gulash Hikayesi
Mithat Boyner sıkça gelen bir misafirimizdi. Genelde tek başına gelirdi ve sohbet etmeyi severdi. Bir akşam, “Canım pavyona gitmek istiyor, gel beraber gidelim,” demişti. “Olur,” dedim, kırmak istememiştim. O akşam iş çıkışında beraber Karavan Pavyon’a gitmiştik. Karavan Pavyon, Galatasaray’da o dönemde çok klas ve lüks kabul edilen bir pavyondu. Çetin Inontepe Orkestrası uzun yıllar orada sahne almıştı. Orada biraz eğlenip çıktık. Mithat Bey’in aracı ve şoförü vardı. Beni eve bırakırken, “Bak, sağ salim seni eve bırakıyorum,” demişti.
Kısa bir süre sonra otelde bir Macar yemekleri aktivitemiz olmuştu. Macaristan’dan, Budapest Hilton’dan bir çigan orkestra grubu ve mutfak ekibi gelmişti. Macar yemekleriyle ilgili de bir menü hazırlanmıştı. Bu tarz organizasyonları seven ve kaçırmayan Mithat Bey de yemeğe gelmişti. Macar yemekleri menüsüne baktı ve “Goulash à la Budapest” diye bir yemek gördü. Mithat Bey, “Bu Macar yemeği değil, Osmanlılardan bize intikal eden bir yemek ve bizim kültürümüze ait,” demişti.
Padişah sefere çıktığı zaman Macaristan molasında emir verip, ‘Gullarıma aş yapın’ demiş. Aşçılar da bol baharatlı sığır etlerini kazanlarda pişirip o bölge halkına ikram etmişler. Macarlar bu bol baharatlı et yemeğini çok beğenip kendi yemekleri olarak pazarlamışlar,” diye eklemişti. Biraz araştırınca bu hikayenin doğruluğunu da öğrenmiştim. Ama yıllarca Hilton’daki menülere de “Goulash à la Budapest” olarak girmişti.
Acarkent Coliseum
Hilton’dan emekliliğim sonrasında münferit yerlerde çalışma hayatıma devam ettim. Bunlardan bir tanesi de, 1992’lerde Acarkent’teki Coliseum isimli bir kompleksti ve orasının yiyecek ve içecek müdürlüğünü yaptım. Acarkent, 1450 bağımsız villa ile koca bir şehir gibiydi. Coliseum ise restoranı, cafesi, barı, oyun salonları ve açık ve kapalı yüzme havuzlarıyla mükemmel bir tesisti.
Restoranda zaman zaman aktiviteler düzenledik. Bir gün, Macar yemekleri festivali yapmaya karar verdik. Evlere dağıtılan Acarkent bülteninde festivalin duyurusunu yaptık. Mecmuaya da etkinlik hakkında bir röportaj verdim. Konu, Goulash yemeğinden açıldı ve ben de Mithat Boyner Bey’den duyduğum ve sonrasında araştırmasını da yaptığım Goulash yemeğinin hikayesini anlattım.
Mecmua yayınlandıktan sonra, villalarda yaşayanlardan birinin Macar konsolosu olduğunu ve yemeğe geldiğini öğrendim. Konsolos beni bulup, “Sizi kınıyorum. Goulash öz be öz Macar yemeğidir, siz bunu kimden duydunuz da bu şekilde bir röportaj verdiniz” dedi. Konuyu da çok uzatmanın bir anlamı olmadığına karar verip, durumu toparlamak için, “Bu hikayeyi Hilton’da müzik yapan Macar çigan orkestrasının şefinden duydum,” diyerek beyaz bir yalana başvurdum. Ardından, “Yanlışım varsa özür dilerim,” dedim ve barıştık.
Eskiler emekli oldukça, hem otelin genel kadrosu yenileniyor, hem de yeni terfiler ile yönetim kadrosu da gençleşmeye devam ediyordu.
Yiyecek ve İçecek birimlerinde de yeni terfiler oldukça yönetim kadroları giderek gençlerin eline geçiyordu.
Bostancı’da Bir Daire
Benim yıllar öncesindeki terfimin akabinde, zaman içinde Roof restoran kadrosundan Yaşar Güler ve Hasan Girgin “Headwaiter” oldular. Bar Supervisor Vefa Zat emekli oldu, Yaşar Güler bar supervisor olarak barlara transfer edildi. Balo Salonundan Mehmet Işık emekli oldu. Hasan Girgin, Balo Salonuna Headwaiter olarak atandı. Hüseyin Duman, Balo Salonundan Room Service’e transfer oldu. Ergün Tokat captain olup Balo Salonunda çalışmaya başladı. Neredeyse tüm idari kadro değişiyordu. Ercüment Ildag captain oldu. Ekip arkadaşlarımın de yükselmesi beni mutlu ediyordu ancak yine Roof’tan olan Hasan Özdemir terfi edemiyordu. Çok iyi bir garsondu ama arkadaş ilişkileri iyi olmadığı için itici davranışları terfisine engel oluyordu. Yani sadece iyi bir servis elemanı olmak, amir olması için yeterli olmuyordu.
Bir izinli günümde Yaşar Güler ve Ercüment Ildag bize eve geldiler. Biraz sohbetten sonra konu açıldı. O günlerde Feriköy’de oturuyordum. Bostancı’da yapılan yeni bir apartman inşaatından söz ettiler. “Üçümüz birleşip bir daire alalım. İleriki yıllarda emekli olunca daireyi satıp ortak bir restoran açarız,” dediler.
“Nasıl olacak? Kimin üzerine alacağız daireyi?” dedim.
“Büyüğümüz sensin, senin üzerine alırız,” dediler. Ben, “Olmaz,” dedim. “Yaşar’ın üzerine anlaşırsak olur,” dedim. Anlaştık ve daireyi görmeye karar verdik.
Bostancı’ya gittik. İnşaatın kabası bitmişti. Ofiste yaşlıca bir bey vardı, patron oydu; inşaatın sahibi Nakiboğlu Bey’di. “Mal tâtlandı, neredeyse tamamı satıldı,” dedi. 700 lira peşin, ayda 35 lira taksitle ve üç ayda bir 70 lira taksitle 3.900 liraya satıyordu. Daireyi gezdik, beğendik ve ofiste sohbete başladık. Sohbet arasında amca birden coştu. “Ben bu binaya gavur sokmayacağım,” dedi. “Yeşilköy’de oturduğum evde karşı komşum Rum, alt komşum Yahudi; karşılaşınca bir selamünaleyküm diyemiyorum,” dedi.
Yaşar’la Ercüment yan gözle bana bakıyorlardı; ne tepki göstereceğimi anlamaya çalışıyorlardı. Ben de tatlı bir dille, “Haklısın amca, Allah’tan Yaşar kardeşimiz gavur değil, üstelik beş vakit namazında,” dedim. Anlaştık. Babıâli’de şirketlerinin ofisi varmış, bizi oraya davet ettiler. Anlaşmayı ve senetleri yapmak için oraya gitmeye karar verdik ve ayrıldık.
Müteahhit amcanın iki oğlu vardı: ufağı Ahmet, diğerinin ismini unuttum. O günlerde televizyonda “Dallas” dizisi vardı. Dizide J.R. ve Bobby kardeşler vardı; biri iyi, diğeri kötü. Amcanın iki oğlu da onlara benziyordu. Babıâli’ye gideceğimiz gün, okullar sömestr tatiline girmişti. Ercüment de o sıarada otelin bir organizasyonu sebebi ile Basel Hilton’a eğitime gitmişti. Mecburen Yaşar’la ikimiz ofise anlaşmaları ve senetleri yapmaya gittik. Tatil dolayısıyla Nakiboğlu ailesi de tatile çıkmışlar ve küçük kardeş Ahmet’i nöbetçi bırakmışlar.
Yaşar’la oturduk. Ahmet kibar bir gençti, sohbet ediyorduk. Bir ara, nereden aklıma geldiyse, Ahmet’e “Aslında Yaşar almaktan vazgeçmişti daireyi ama ben ısrar ettim,” dedim.
“Niye abi?” dedi.
“Aslında biz üç daire almaya karar vermiştik ama babanızın konuşmasından dolayı ben ve Ercüment vazgeçtik. Yaşar da vazgeçiyordu ama onu almaya ikna ettim,” dedim.
Ahmet, şaşırdı“Babam ne dedi ki abi?” diye sordu.
“Ben gavura ev satmam dedi,” dedim. Bu arada ben de Gayrımüslüm olduğum için gavur sınıfına giriyordum. “Olur mu abi? Babam şov yapmış. Ayrıca binada Müsülman olmayıp Musevi olan alıcılar da var,” dedi.
Pazarlık kozu elime geçmişti ve anlık bir kararka “Tamam o zaman, üç daire alacağız. Yalnız peşinatı 700 TL değil, 500 TL yapacağız,” dedim. Yaşar da şaşırmış ve bize bakıyordu.
“Abi olmaz. Babam gelince sert tepki gösterir,” dedi.
“O zaman evin fiyatını 3.900 TL yerine 4.000 yapalım. Babana 200 lirayı böyle hallettiğini söyle, senin hiç mi söz hakkın yok bu şirkette” dedim.
“Tamam abi. Benim de söz hakkım var tabi,” dedi.
Anlaşmayı yaptık, senetleri imzaladık ve peşinatları bir hafta sonra getireceğimizi söyledik.
500 lira peşinatları denkleştirmek için bir hayli zorlandık. Hanımın bileziklerini ve evdeki düğün hediyesi gümüşleri bile sattık. Aysun Ercan’dan da 50 lira borç alıp ödemeleri yaptık. Ercüment’in babası, Babil Sokağı’nın köşesindeki Yunus Manav’da çalışırdı. O da yardımcı oldu ve üçümüz ev sahibi olduk. Ercüment eğitimden dönünce, “Oğlum, sana da bir daire aldık,” dedik.
“Allah razı olsun abi,” dedi. Yıllarca da bu dairelerde üç Hilton’lu olarak oturduk.
Meşhur Kupon Mefruşat
Mustafa Tatlıcı ve eşi genelde konuklarıyla gelirdi. Konukları arasında sıklıkla Aydın ve Melike Hasefe çifti de olurdu. Melike Hanımefendi bir dönem milletvekili de olmuştu.
Otelde bir dönem ölü sezondaki odalar fuar alanı gibi kullanılırdı. Birinci kattaki odalar muhtelif firmalara kiralanmıştı ve kat, bir nevi AVM’ye dönüşmüştü. Böyle bir dönemde odaları biraz dolaşayım dedim. Zücaciye reyonları, giyim bölümleri gibi muhtelif sergileme alanları vardı. Kupon Mefruşat’ın odası gözüme çarptı. Girdim, biraz dolaşıp bakındım. Oradaki görevli bey, bir şeye ihtiyacımız var mı diye sordu. “Hayır, sadece bakınıyorum,” dedim. Yakınlık gösterdi, kartını verdi. “Bir şeye ihtiyacınız olursa Harbiye’deki Kupon Mağazamıza gelin, gerekli kolaylığı yaparız,” dedi.
Kartı aldım. O günlerde Bostancı’da aldığımız daire bitmişti ve insanlar taşınmaya başlamıştı. Biz de taşınmayı düşünüyorduk artık. Yaşar Güler arkadaşım taşınmıştı. Evin çift cephede büyük salon camları vardı; ayrıca üç odası bulunuyordu. Eski perdelerimiz bu eve uymayacaktı.
Bir gün eşimi aldım ve Harbiye’deki Kupon Mağazasına gittik. Bana kartını veren bey oradaydı. Sıcak bir karşılama yaptı. Anlattık; yeni evimize taşınacağımızı ve perde ihtiyacımız olduğunu söyledik. Yaşar arkadaşıma da perde için pencerelerin ölçüsünü alıp bana iletmesini söylemiştim. Aldığımız daireler birbirinin aynısıydı.
Eşimle perdelikleri incelerken tesadüfen Melike Hasefe Hanımefendi geldi. Beni görünce şaşırdı ve biraz da küçümser bir tavırla, “Siz de mi alışveriştesiniz?” dedi. Ben de, “Eşim genelde buradan alışveriş yapar,” diye muzip bir cevap verdim. Anladım ki bizi o pahalı mağazaya yakıştırmamıştı. Dükkandaki tezgahtar bey de konuyu algılamış olacak ki araya girdi: “Beyefendi sürekli bizden alışveriş yapar. Yeni bir daire aldı, orası için perde bakıyor,” dedi.
Her neyse, perdelerimizi seçtik ve bize iyi bir ödeme kolaylığı yaptılar. Çok dayanıklı perdeler alışmışız; sene 1980’di, 2025 oldu, hala aynı perdeleri kullanıyoruz.
Otopark Yangını
Emniyetten de dostlarımız vardı. Mesut Dizdar, otelimize sık gelenlerden biriydi; hatta kahveci güzelimiz Nesrin ile evlenmişti. Bağcıklı ayakkabı giymez, hep mokasen ayakkabı tercih ederdi. Ben de genelde mokasen giyerdim. “Akıllı erkekler bağcıklarıyla uğraşmaz,” derdi. Emniyette üst düzey görevlere kadar yükselmişti ve bir sıkıntımız olursa mutlaka aramamızı isterdi.
Otelin personel girişinde personelin kullandığı bir otopark alanı vardı. Arabamı oraya park etmiştim. İş çıkışı arabama bindim, kontağı çevirdim ve bir anda arabamın önünde alevler belirdi. Arabam yanıyordu. Koştum, Balo Salonu’na telefon ettim; oradaki yangın söndürme tüpüyle yardım etmelerini söyledim. Kapı görevlisinden itfaiyeyi aramasını istedim. Yangın söndürme tüpü işe yaramadı. Yapacak bir şey yoktu, arabam meşale gibi yanıyordu.
İtfaiye geldi ve herhalde telsizlerinden gazeteciler de haberdar oldu. Gazeteciler geldi, boy boy resim çektiler. Yanan aracı… Benim resimlerimi… Parkta arabası olanlar da yangın onlara sıçramasın diye arabalarını çekmeye çalışıyorlardı. Ertesi gün bir gazetede arabam yanarken yakınında duran benim resmimi çekmişler ve yazıya şu manşeti atmışlar: “Hilton Oteli’nin Restoran yöneticisinin arabası yanarken, o tebessüm ederek izliyordu.”
Ertesi gün Mesut Dizdar, gazetelerden bu haberi okumuş ki beni aradı. “Kardeşim, başına böyle bir olay gelirse arayacağın ilk kişi ben olacağım. Bunu bilmiyor musun?” diyerek beni azarladı. Mustafa Tatlıcı Bey de geçmiş olsun dileklerini bildirmek için aradı ve “Üzme tatlı canını. İstersen bir araba yollayayım sana,” dedi. Teşekkür ettim ve şu anda ihtiyacım olmadığını söyledim.
Otelde Mutlu Evlilikler
Mustafa Tatlıcı Bey’in ailesi otele yakın bir yerde otururdu. Bazen evinde de davetler verirdi. Genellikle bu davetlerinde servise yardımcı olması için destek isterdi. En çok istediği ise Çiğdem kızımızdı. Eşi de Çiğdem’i çok severdi. Çiğdem de aileyi sever ve yardıma gitmeye istekli olurdu. Aldığı parayı da tip havuzuna atmakta ısrarcı olurdu. Ben karşı çıkardım, “Bu senin hakkın,” derdim ama kabul etmezdi.

Bir dönem yabancı bir müzik ikilisi otelde program yapıyordu. Paul ve Andy, İskoç veya İngilizdi, tam hatırlamıyorum. Çiğdem, Paul ile evlendi. Takip ettiğim kadaryla çok mutlular. Paul, İstanbul’a yerleşti; gitarıyla Türkçe müzik yapmaya başladı. Oğlu da büyüdü ve o da babasına kemanıyla ve güzel sesiyle eşlik ediyor.
Vildan, yine Roof ekibinden kızlarımızdan biriydi; o da Roof’un mutfak şeflerinden Wolfgang ile evlendi. Wolfgang, Hilton’dan sonra İzmir Efes Oteli’nin aşçıbaşılığını yaptı. Şimdilerde onlar da yurtdışına gittiler. Gülsevin Çelikten de vardı; o da soyadı Kessel olan, yanlış hatırlamıyorsam bir mutfak şefiyle evlendi. Günümüzde çocuklarıyla birlikte Kuşadası’nda yaşıyorlar.
İmar Bankası Sahibi Kemal Uzan
Dr. Kemal olarak rezervasyon yapan, genellikle tek başına gelen bir bey vardı. Çok kibardı, kaprissizdi. Ara sıra sohbet etmeye çalışırdım. Bir gün ne doktoru olduğunu, hangi branşta çalıştığını sordum. “Ben tıp doktoru değil, iktisat doktoruyum,” dedi ve kartını verdi: Kemal Uzan. İmar Bankası’nın sahibiydi. “Mecidiyeköy’deki merkezimize gel de sana kahve ikram edeyim,” dedi. “Memnuniyetle bir gün ziyaretinize gelirim,” dedim.
Otelde bazen değişik imkanlar olur. Bazen de piyasada iş kurma denemelerimiz olmuştur. Bir gün Yaşar Güler ve Ercüment yine bana geldiler. Maslak’taki Tenis Kulübünün yiyecek ve içecek işletmesini almak istediklerini söylediler. Gittik, inceledik. Başlangıç için önemli bir meblağ gerekliydi. Kemal Bey’den bahsettim; “Gidip konuşalım,” dediler. Telefon ettim, buyur etti. Gittik, çaylar ikram edildi. Konumuzu anlattık. Sonunda, “Üzgünüm çocuklar, biz bu tür krediler vermiyoruz,” dedi. Ama ekledi: “Size kredi kartı verelim, onunla bir şeyler halledebilirsiniz.” O dönemde kredi kartı almak da pek kolay değildi. Sekreterini çağırdı, bizlere kredi kartı çıkarılmasını söyledi.
Daha önceleri de İsmail Özkılıç’ın önderliğinde Maçka’daki Tenis Kulübünün işletmesini almıştık ama çok başarılı olamamıştık. Tesis beklentileri karşılayabilecek cirolara sahip değildi. Bunu da düşünüp vazgeçtik. Hatta o işletmeyi yaptığımız zamanlarda, Maçka Tenis Kulübünün üyelerinden biri de Arap Basri idi. Tenis oynarken rakibi topu önüne doğru atmazsa raketi kaldırıp üzerine yürürdü. Üyeler genelde oyun salonunda kumar oynarlardı. Oynarken yiyip içerlerdi; bazen bara gelip içer, bazen restoranda yiyip içerlerdi. Ancak hesap ödemeye gelince kaçarlardı. Bir gün Arap Basri’ye dert yandık. “Getirin hesapları,” dedi. Tüm hesapları tahsil etti bizim için, hem de faizi ile. Yani bu tip işletmeler zor işletmelerdi. Otele benzemiyordu.
Otel İçi Çapraz Eğitimler
Bu arada otel içi çapraz eğitimler devam ediyordu. Böyle bir eğitim sonrası, Kamil Berk, personel müdürlüğünden bir anda yiyecek-içecek departmanına geçiş yapmış ve de müdür asistanı olup o dönemin Yiyecek ve İçecek Müdürü Sulzenbacher ile beraber çalışmaya başlamıştı. Kamil Berk ilerleyen yıllarda, Hilton’dan ayrılıp Divan Oteli’ne genel müdür oldu.
Maitre d’hotel ise otelde ayrı bir otorite simgesi idi eskiden. Yiyecek ve İçecek bölümünün bir parçası idi ancak şu andakinden çok daha özerk bir birimdi… Maitre d’hotel İsmail Özkılıç senelik izine ayrılmıştı. Her zaman olduğu gibi bir memorandum yayınlayıp, izni süresince MDH görevini benim yerine getireceğimi duyurmuştu. Sulzenbacher, kendisi gibi Avusturyalı olan ve başka bir işletmenin müdürü olan arkadaşıyla otel barlarında iş sonrası içip taşkınlıklar yapardı bazen. Yaz günleri boyunca sürekli arkadaşıyla havuzdaki barda içki içerdi.
Bir gün bana, havuz barda erkek servis elemanları değil kızlarımızın hizmet vermesini istediğini söyledi. Ben de “İsmail izinden dönünce ona söyle,” dedim. Israr etti; “Olmaz,” dedim. Bunun üzerine Kamil Bey’e söylemiş. Kamil Bey de bana geldi ve bu transferi yapmamı istedi. Ona da, “Bu transferi yapmayacağım. Bana göre burada amaç farklı,” dedim. Kamil Bey ısrar etmeye devam edince. “İsrar etmeyin, genel müdüre çıkar, sizi şikayet ederim,” dedim. Bir daha o teklifle gelmediler.